Sonuna geldiğimiz yıl, siyasilerin doruğa çıkan ‘gösteriş mimarlığı’yla anılacak.
Tarih boyunca insanoğlunun her türlü “mekânsal gereksinim”iyle gelişen mimarlık sanatı, aynı zamanda egemenlerin “gösteriş yapıları”na da hizmet etti.
Sivil mimari mirasın yanı sıra çeşitli tapınaklardan kilise, sinagog ve camilere dek “kutsal inanç yapıları”, şatolardan saraylara iktidardakilerin konutları, hatta kent surlarından kışlalara… Askeri yapılar da düşünüldüğünde, denebilir ki mimarlar ilkçağlardan beri hem halkın hem de yöneticilerin ortak sanatçıları oldular.
Ne var ki yine tarihte her alanda olduğu gibi mimarlıkta da asıl karar vericiler hep egemenlerdi.
Günümüzün demokratik toplumlarında ise temelinde “doğaya, tarihi ve kültürel çevreye, halkın kuşaktan kuşağa sağlıklı yaşam ortamlarına saygılı bir mimarlık” yer alırken, egemenlerin gösteriş özlemleri ile yönetici ya da zenginlerin ayrıcalıklı yapı hevesleri artık tarihe terk edilmiş durumda.
Örneğin artık hiçbir “gelişmiş ülke”de yöneticiler, mimar ve kent plancılarının “uygun görmedikleri bir yapı”yı -istemek bir yana- düşleyemeyecekleri gibi, yine hiçbir zengin ya da güçlü kişi, mimar ve kent plancılarının “uygun görmedikleri yapılaşma” özlemi için -izin almak bir yana- teklifte bile bulunamaz!..
Çünkü çağdaş mimarlık, aynı zamanda çağdaş toplumun sanatı olarak, diğer tüm alanlarda olduğu gibi “herkes”in esenliğini gözeten ve gelecek kuşaklara yaşanabilir çevreler bırakılmasına özen gösteren bir “kamusal sorumluluk” içindedir.
Bu nedenle örneğin Fransız Mimarlık Yasası’nda mimarlık, “bulunulan çevreye uyumlu katılım sanatı” olarak tanımlanırken bu uyumun aynı zamanda “kamu yararı”na olduğu da vurgulanır.
Bizde ise özellikle 2012 yılında doruğa çıkan kimi “siyasi mimarlık” örnekleri, Türkiye’yi yönetenlerin ne yazık ki kendilerini hâlâ o, tarihteki egemenler yerine koyduklarını kanıtlıyor.
Bu çağdışı tutumun en son ve çarpıcı ürünü, İstanbul’un özgün siluetinde korunması gereken Çamlıca Tepesi’ne her yönüyle “gösteriş” amaçlı dev bir caminin yapılması kararı… Üstelik aynı caminin, -çağdaş mimarlık bile dışlanarak- Sultanahmet Camii’nin taklidi olarak tasarlanması…
Ataşehir’de gökdelenleşmiş bir konut sitesinin yanında, kendisini adeta “ezen komşu”suyla zavallı görünen ve yine eskinin “aynen taklit” edildiği kimliksiz bir camiye “Mimar Sinan” adının verilmesi… Böylece, her yönüyle tam bir mimari uygunsuzluğun ve duyarsızlığın adeta kutsanması…
Sadece İstanbul’da değil, diğer kentlerimizde de yöneticilere yakın zenginler ya da iş çevrelerince, o kentin çevre ve kültürel kimlik değerlerini göz ardı eden ayrıcalıklı rant yapıları; bulundukları dokuları parçalayan AVM’ler ve siluetleri parçalayan rezidans, lüks konut işlevli “şımarık kuleler…”
Bu örneklere, tarihi sakinlerinden zorla boşaltılmış Sulukule’de eski doku yıkılarak elde edilmiş alanda Başbakanlığa bağlı TOKİ tarafından inşa edilen “karaktersiz” pazarlama konutlarını; yine TOKİ’nin mimarlarca “kente tokat” olarak tanımlanan Bursa’daki peyzaj katili Doğanbey blokları ile hemen her kentimizdeki uygunsuz uygulamalarını; Tarlabaşı’ndaki sağlam tarihi binaların bile yıkılarak kat ilavesiyle büyütüldüğü sözde yenileme projelerini de eklediğimizde, denebilir ki 2012, tarihte gözlenen “siyasî mimarlık”ın Türkiye’de adeta yeniden hortladığı yıl olarak geride kalıyor.
2013’ün, bu kültür yoksunu egemenliğin dizginlenebildiği; ülkeyi sarmaya başlayan “gösteriş ve rant mimarisine dur” denebildiği bir yıl olması dileğiyle…