“3. Ulusal Mimarlık Dönemi’ne mi Girdik?”

IABA Antalya Mimarlık Bienali'nde en çok ilgi çeken oturumlardan biri de, Prof.Dr. Zekai Görgülü moderatörlüğünde gerçekleşen mimarlık forumu oldu.

Görgülü, çok değerli katılımcıların yer aldığı oturumda konuşulmak üzere üç konu belirlemişti. Bunları “Ülkemiz mimarlığına modern, modern sonrası ve günümüz üzerinden okumalar, Türkiye ve dünyada mimarlık, ülkemizde mimarın kimliği ve diğer aktörlerle olan ilişkileri” şeklinde açıklayan Görgülü, sözü öncelikle Doğan Tekeli’ye verdi.

“Zekai Hoca’nın belirlediği bu konular çok geniş, anlaşılan herkesin serbestçe konuşmasını istemiş,” diyen Doğan Tekeli, son 60 yıldır Türkiye’deki mimarlık ortamını yakından izleyen bir mimar olarak “modern sonrası, öncesi ve modern dönem” derken, bu dönemlerin öncesinden de bahsetmek gerektiğini düşünüyor. Ülkemizde mimarlık hakkında konuşulurken Emin Onat, Sedad Hakkı Eldem gibi mimarlarımızın bilinmesinin önemini vurgulayan Tekeli, “50’li yıllarda Teknik Üniversite’de Bonatz, Holzmeister, Emin Onat ile mimarlığı öğrendik ve çok yoğun çalıştık,” dedi. Tekeli’ye göre, o zamanki eğitimin bugünkünden farkı, uygulamaya yönelik olması ve öğrencilerin mezun olurken teknik olarak yapı yapabilecek durumda olmasıydı.

Tekeli, konuşmasında dönem dönem akımlara ve bu dönemde yapılan mimarlıklara kısaca değindi. “Mimarlığımız dünyanın neresinde?” sorusuna, kendi yapmış olduğu bazı binalara yapılan değişikliklerle, bu yapıların nasıl “ırzına geçildiğini” anlatarak cevap veren Tekeli, mimarın kompoze ettiği bir şeyin üzerinde oynama hakkını herkesin kendinde bulmasından yakındı.

Bir sonraki konuşmacı “rapido – aydınger kuşağının sonuncu temsilcilerinden” Boğaçhan Dündaralp oldu. İçinde bulunduğumuz güncel ortamın motifleri ve kullanılan araçlar üzerinden, günümüzde nasıl bir mimarlık ortamı içerisinde olduğumuzu değerlendiren mimar, “Yapı dediğimiz şey, içi ile dışının birbirinden ayrıldığı bir noktaya geldi. Duvar bile ayrılarak, yapının içi ile dışı arasında bir ara uzam olarak görülüyor,” diyerek farklı bir konuya dikkat çekti. Dündaralp’e göre, yapı dilindeki bu değişim kamusal-özel ilişkilerini sorgularken, ara durumlar ve ara mekanlar da yaratıyor. Türkiye’deki mimarlık ortamı ise bunu reddetme eğiliminde ve günümüzde dünya çapında yaşanan bu tarz değişimlerle hesaplaşamıyor. Proje ve yaklaşımlarında bu konularda araştırma yaptığını belirten genç mimar, farklı bağlam-anlam eksenlerinde farklı yerlere varması sebebiyle, mimarlığı dönemlere ayırmayı uygun bulmadığını ve mimarlığın görünenden çok daha fazla şey içerdiğini söyledi.


Nevzat Sayın, Ertun Hızıroğlu, Doğan Tekeli, Cengiz Bektaş, Bünyamin Derman 

1959’da Münih Teknik Üniversitesi’nden mezun olurken kapılarda postmodernle dalga geçen karikatürler gördüğünü söyleyen Cengiz Bektaş, Türkiye’de bu akımın 30 yıl sonra ortaya çıktığını söyleyerek sözlerine başladı. “2. Dünya Savaşı sonrasında, Japonlar mimarlık üzerine tartışıp uzlaşarak, davranış tutarlılığı gösterdi. Karar verdikleri ortak dil belki doğru değildi, ama başarabildikleri şeyler açısından bu tutarlılık önemliydi,” diyen Bektaş, ülkemiz ortamında eğitimsizlik nedeniyle bazı şeylerin çok zor olduğunu üzülerek söyledi. Konuşmasında deprem sonrası vurdumduymazlıktan, mimarlıkta özle biçim arasındaki ilişkiye; “modern”in anlamlarından, kullanılan dile kadar pek çok konuya değinen Bektaş, ülkemizde disiplinler arası ilişkilerin tümüyle kopuk olduğunu, tüm dünyanın sanatla ilişkisi olmayan birinin iyi mühendis olamayacağının farkına vardığını söyledi. Bektaş, TOKİ’nin son yıllarda yaptıklarına da değinerek, “Avusturya’da 2. Dünya Savaşı sonrası bu konutlarda oturanların hepsi psikolojik tedavi gördü,” diyerek, “2011’de mimarlığımızın geldiği nokta bu mu olacaktı, bizi bunun için mi yetiştirdiler?” diye sordu. Bektaş’a göre günümüzde doğaya uyumlu mimarlık tümüyle unutulmuş gibi görünüyor ve “ekolojik mekolojik” lafları bir şeyleri örtmek için kullanılıyor.

Bektaş’tan sonra sözü alan Can Çinici ise, söylenenlere katılmakla beraber, konuya biraz başka türlü bakmaya ve konuşulanların pozitif taraflarını ortaya koymaya çalıştı. “Karamsar konuşmalar günlük hayatımızda tabii ki yer alıyor, ancak gençlerin farklı bir enerjisi var ve bunu olumlu yönde kullanmamız gerekiyor,” diyen Çinici, kültürcülüğün iyi bir şey olmadığını ve bizleri pasifize ettiğini, “Hafızasız bir toplumda mimarlık nasıl yapılabilir, nasıl paylaşılabilir?” gibi soruların aklını kurcalayan soyut şeyler olduğunu söyledi. Kentsel ve toplumsal hafızamızın olmamasıyla nasıl başa çıkılabileceğini sorgulayan Çinici, modernleşmenin de özgürlük ve “bir şeye çok ait olmama” gibi getirilerinin de hafızasızlığı doğurabileceğini düşünüyor. Formun yok olduğu bir çağda yaşadığımızı söyleyen Çinici, kullandığımız bilgisayarlar ve diğer araçların da formsuzluk üzerine olduğunu ve bu ortamda mimarlığın nasıl yapılacağını sorguluyor. Tüm bu sorular, mimarın cevabını bulmuş olduğu durumlar değil, tartışmaya açılabileceğini düşündüğü konular…

Ardından söz alan Bünyamin Derman, 1980 yılında üniversiteden mezun olduktan sonra ne yapabilecekleri konusunda kendilerinden öncekilere bakarak, bu doğrultuda yarışmalara katıldıklarını anlattı. “Kendimizi bu şekilde geliştirmeye çalıştık ve 40 yaşına kadar da yapı yapmadık,” diyen Derman, son yıllarda konut sektörünün patladığını, büroların büyüdüğünü ve bu nedenle mesleğin tasarım boyutunun yanında yönetim ve organizasyon boyutunun çok önemli hale geldiğini anlattı. Ancak, “Mimarın elinde olan ve olmayan mevzular var,” diyen mimar, Büyükdere Caddesi ile New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin de yer aldığı gökdelen bölgesini karşılaştırarak, İstanbul’da Levent’teki yapılaşmanın plansız geliştiğini, buradan yürüyerek geçmenin mümkün olmadığını ve sosyal donatı alanlarının bulunmadığını söyledi. Sıfır kotunun olmaması, ara mekanların terk edilmesi ve mahalle kültürünün yok olmasıyla yabancılaşmanın başladığını söyleyen mimar, “Parsel bazında yaptığımız çalışmalar çok iyi olabilir, ama bunlar kente değmediği sürece anlamı yok” dedi. Bu nedenle, planlama yapılırken üst ölçekten itibaren çeşitli disiplinlerle beraber çalışılmalı, sorgulama ve talep ortamı yaratılmalı.

Ersen Gürsel, konuşmasında biraz da Bünyamin Derman’ın söylediklerine cevap vererek, mimarların o kadar da masum olmadığını, topluma karşı sorumlulukları olduğunu ve Derman’ın söylediklerinde bazı çelişkiler olduğunu belirtti. “Mimarın yapısı etrafıyla ilişkiler kurmalı,” diyen Gürsel, yaşadığımız kentlerin bugünkü halinin sorgulanması gerektiğini düşünüyor. Örneğin, “Antalya’nın mimarisi iklimiyle alakasız,” diyen Gürsel, Cumhuriyet sonrası kent için hiçbir şey yapılmamış olduğunu, kentlerin bu hale gelmesinin nedenlerinden birinin yerel öğeleri silen ve yeni bir yaşam biçimi getiren siyaset olduğunu düşünüyor. Gürsel, “Mimarlar, değişen toplum hayatından ayrı düşünülemez,” diyor ve Türk mimarların eğitim ve bilgi seviyesi olarak dünyayla eş değer durumda olduğunu, ancak kimliklerini korumalarını gerektiğini vurguluyor.

Salih Küçüktuna konuşmasında, son yıllarda karşımıza çıkan ve hız algımızı -dolayısıyla tasarım hızımızı da- değiştiren araçlara ve bunların etkilerine değindi. Genç mimar, elimizdeki araçların formsuz ve anlamdan yoksun olduğunu belirtirken, bu araçların aynı zamanda bireysel olarak öne çıkma fırsatı verdiğini ve disiplinler arası ilişkilerin çok hızlı kurulmasını sağladığını söyledi. Boğaçhan Dündaralp’in konuşmasında bahsettiği iç-dış ilişkisine de değinen Küçüktuna, “Artık manifestolar yapılarak yazılıyor, yapılanlar manifesto niteliğinde şeylerin karşılığı,” dedi. Konuşmasında özgünlük, tutarlılık, ölçek ve yoğunluklar gibi konulara da değinen mimar, günümüzde çabuk, ucuz ve kaliteli yapı beklentisi sebebiyle mimarlıkta detayların kurban olduğunu düşünüyor.

Kemal Ahmet Aru ve Sedad Hakkı Eldem gibi mimarlardan ders almış olan Ertun Hızıroğlu, konuşmasına “kendini şanslı hissettiğini” söyleyerek başladı. Günümüzde iyi mimarlığın nasıl yapılacağını sorgulayan mimar, estetiğin bir kamu görevi haline gelmesi gerektiğini düşünüyor. Çünkü kendi başımıza iyi mimarlık yapıyor olsak bile, kamu ve toplum buna yaklaşmıyorsa devam ettirmenin imkanı yok. Hızıroğlu’na göre, Türkiye’deki mimarların kabul etmeleri gereken şey, iş yapıyor oldukları ve mimarlık ofislerinin ticari bir kuruluş olarak hareket etmesi gerektiği. Çünkü karşılarındaki gayrimenkul şirketleri de ticari kuruluşlar. Bu nedenle mimarların ofislerini iyi organize etmesi ve günün şartlarına bu şekilde ayak uydurması gerekiyor.


Celal Abdi Güzer, Salih Küçüktuna, Boğaçhan Dündaralp, Ersen Gürsel ve Can Çinici

Oturumda sözü en son alan Nevzat Sayın, Türkiye’de son yüzyıldaki mimarlığı 10 yıllık periyotlarla incelediği bir konuşma yaptı. Sayın’ın 1. ve 2. Ulusal Mimarlık akımlarından sonra, günümüzde bazı grupların mimarlık anlayışı ile “yeni üniversitelere yapılan taç kapılar” gibi örneklerle, Selçuklu ve Osmanlı mimarlığına dönüş çabasının belki de “3. Ulusal Mimarlık” olarak adlandırılabileceği şeklindeki sözleri salonda tartışmalara neden oldu. “Türk mimarlığının yeni milli mimarisini yaratması”, Sayın’a göre 1940’tan beri hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu gösteriyor. Bunları düşünmeye başlayınca karamsarlığa düşen mimar, bir şeyler yapmaya başlamanın kendisine iyi geldiğini söyledi. Sayın, 30’lardan sonra bu dönemde ilk kez mimarların konut projelerinde adlarıyla anılıyor olduğuna ve bunun iyi bir gelişme olduğuna da değindi.

Tüm konuşmaların bitmesiyle salondaki dinleyicilere söz verilmesi üzerine, ilgili kalabalıktan pek çok kişi konuşmak istedi. Sözü ilk alan Celal Abdi Güzer oldu ve önemli noktalara değinen bir tartışma başlattı. Güzer, forumdaki bu konuşmalar üzerine “Kendimize ilişkin eleştirel bakışımız nedir?” sorusunu sahnede bulunan tüm mimarlara yönelterek, “Yapılan bu tür konuşmaların bir ortak böleni var: biz ve diğerleri,” dedi ve Türkiye’de ana eksen olarak mimarlık medyası tarafından öne çıkarılan ve meşrulaştırılan, Türk mimarlığını temsil eden elitist bir grup olduğunu söyledi. Güzer’e göre aslında yapılanlar da batının tekrarı, yeni mimarlık denen şey ise bilinçsiz bir imaj bombardımanı…

Güzer’in eleştirilerine cevap veren Nevzat Sayın, kendini böyle bir eksende görmediğini, durumun basite indirgenmemesi gerektiğini söyledi.

Cengiz Bektaş ise “Batıdan almamamız gereken şeyleri alıyoruz,” diyerek, son dönemde tasarlanan çok katlı konut sitelerini kastederek “bir avuç su etrafında gökdelenler” yapacağımıza, okullarımızın engelli çocukların kullanımına nasıl uygun hale getirilebileceği gibi konular üzerinde durmamız gerektiğinin altını çizdi.

Etiketler

Bir yanıt yazın