Bugünlerde birçok bölgesi inşa halinde olan Berlin'in 200'e yakın müzesinin arasından, farklı zamanlarını farklı anlatımlarla günümüze taşıyan üç önemli müzesine kısaca göz attık.
II. Dünya Savaşı’nda yaşadığı korkunç yıkımın ardından gelen uzun mu uzun iyileşme süreciyle, büyük ve sürekli değişimler, yenilenmeler konusunda en önde gelen kentlerden biri olsa gerek Berlin. Bugünlerde yine inşa halinde birçok bölgesi. Kentte gezerken geniş inşaat alanları, vinçler, tahta perdeler görüyor, yayalar için oluşturulmuş geçici yollardan yürüyorsunuz. Friedrichstrasse, Unter den Ünden, Invalidenstrasse-Spree Nehri bölgelerinde bu durum bizzat deneyimlendi. Berlin’i Almanya’nın en büyük met ropolü yapan yönlerinden biri de bu bir türlü bitip tükenmeyen aktivite. çeşitlilik, deneysellik ve yeniliklere açık, özgün yapısı… Otobüs terminalleri, depo yapıları sanat galerilerine, müzelere dönüşüyor. Kentliler ve gezginler en ücra köşelerdeki sergileri, müzeleri dahi gidip buluyor, gezip görüyorlar.
Kentte çokça bulunan kültür yapıları sürekli çekim merkezleri. Bu yazı kapsamında üç farklı kent müzesinden söz ediliyor. Bu yapıların her biri Berlin’in farklı dönemlerini, farklı yönlerini temsil ediyor. İkisi 20. yy. ortalarına, biri 90’lı yıllara tarihlenen üç yapı da zamanlarının star mimarları tarafından tasarlanmış.
20. yy. sanatı sergilerinin mekanı olarak kullanılan Potsdamer Platz yakınındaki Neue Nationalgalerie, Mies van der Rohe tasarımı. Yapının kendisi de 20. yy. modernizminin güçlü bir temsilcisi. Berlin’de 1938 yılına kadar mimarlık yapmış, sonra Amerika’ya göç etmiş olan mimara, 1961 yılında Berlin Senatosu tarafından, 75. yaşı onuruna verilmiş bir hediye aslında. Aynı zamanda bu yapı Mies’in savaş sonrası Almanyası mimarlığına tek katkısı. Tasarımı, Küba’da yapılması düşünülmüş ancak gerçekleştirilmemiş Bacardi yönetim binasına dayanıyor. Sekiz çelik kolonun taşıdığı düz çelik çatı ve cam yüzeylerle tanımlanıyor giriş mekanı. 5 bin metrekarelik sergi alanına. 800 m duvar boyuna sahip çelik ve camdan oluşan bir dikdörtgen kutu. İç mekanın taşıyıcılardan ve bölücülerden arındırılmış olması, serbest, esnek, bütüncül mekan algısını güçlendiriyor; sanatın ve sanatçının temsili için alabildiğine sade bir koruma sunuyor. Sanat koleksiyonları çoğunlukla az gün ışığı alan, korunaklı, taş kaplı alt galeride, heykel sergileri ise bahçede ve üst galeride yer alıyor.
Neue Nationalgalerie gibi Bauhaus Archiv Museum da Tiergarten bölgesinin kültür yapılarından. Almanya’da 1919- 1933 arasında Weimar, Dessau ve son olarak da Berlin’de varlık gösteren, Bauhaus’un arşivlerini, atölyelerinden çıkan işleri sergileme mekanı olarak kullanılıyor. Aktif olduğu süreçte Bauhaus üyeleri arasında Paul Klee, Wassily Kandinsky, Oskar Schlemmer, Laszlo Moholy-Nagy gibi sanatçılar bulunuyordu. Mies van der Roche tasarımı Neue Nationalgaleries, 20. yy. modernizminin güçlü bir temsilcisi. Mies’in geç dönem yapısı Neue Natîonalgalerie en saf modernist formu, Bauhaus-Archiv Museum Bauhaus estetiğini temsil ederken, Libeskind yapısı daha farklı bir örnek; başka bir mimarlık dili sergiliyor. Daniel Libeskind’in Yahudi Müzesi günümüz mimarlığını temsil ediyor. Bauhaus – Archiv Museum’un tasarımı mimar Walter Gropius’a ait. ne yayılan, alanlarında etkin 1250 öğrenci mezun etmiş, 20. yy.’ın en önemli sanat, zanaat ve tasarım okullarından biri ve bir ekol olmuştu. Müze yapısı, yalnız dünyanın en kapsamlı Bauhaus koleksiyonunu değil, herkesin ulaşımına açık bir araştırma merkezini de barındırıyor. Tasarımı orijinal olarak Bauhaus’un kurucusu ve ilk yöneticisi, teorisyen ve eğitimci mimar Walter Gropius’a ait. 1964’te Darmstadt için düşünülen, daha sonra 1976-79 yıllarında modifiye edilerek Berlin’de gerçekleştirilen bir tasarım. Klingelhöferstrasse No.14I adresine yaklaşırken yapı, hemen kendini belli ediyor, “Bu olmalı işte,” dedirtiyor. Silueti, formu, mimari özellikleriyle ilgi çekici bir Berlin yapısı görüntüye giriyor.
Bir başka Berlin müzesi, hem Almanya ve Avrupa’da yaşanan Yahudi kıyımını hem de günümüz mimarlığını temsil eden bir örnek, Daniel Libeskind’in Yahudi Müzesi. Yapı Kreuzberg’dc yer alıyor. Berlin’de bu konudaki ilk girişim olan 1933’te kurulan Yahudi Müzesi, 1938’de Naziler tarafından kapatılmış. Tüm yaşananlardan çok sonra 1970’lerdeki girişimler, önce Berlin Müzesi’nde özel bir departman açılmasıyla sonuçlanmış sonra da proje yarışması sonucu yapımı 1992’de başlayan ve 2001’de açılan bu müze ile. Radikal formuyla kısa zamanda mimarlık literatürüne giren Jüdisches Museum, Berlin Müzesi’nin iki katlı Barok yapısı yakınındaki bir özel ek. Kütüphane, arşiv, kompüter merkezi, tarihi belge ve objelerin sergilendiği mekanlardan oluşuyor. Lineer bir formun kırılıp kıvrılmış durumunu yansıtıyor ve Davud Yıldızı’nın çizgilerini taşıyor. Kırılmalar dış mekanda farklı büyüklüklerde bahçeler ve avlular yaratıyor. Dış yüzeyleri okside çinko kaplı yapının pencereleri de rastlantısal hissi veren ilginç noktalarda oluşmuş yırtıklara, yara bere izlerine benziyor. İçerde ve dışarda mekansal boşluklar, sosyal, kültürel, fiziksel, bedensel yokluk ve boşlukları, kayıpları, görünmeyenleri anlatma kaygısıyla tasarlanmış. Mimarın, biraz tuhaf müzik ve edebiyat referansları da kullandığı, yapısını Schoenberg’in tamamlanmamış operasının son perdesi olarak düşündüğü, zikzak formu oluşturan farklı açılardaki çizgilerin sayısını, Walter Benjamin’in “Tek Yön”ündeki 60 bölümle ilişkilendirdiği biliniyor. 200’e yakın sayıda müze arasında, Berlin’in farklı zamanlarını farklı anlatımlarla günümüze taşıyan, rastlantısal olarak seçilmiş bu üç yapının mimari özelliklerine kısaca göz atarak şöyle genel bir kanıya varmak olası: Mies’in geç dönem yapısı Neue Natîonalgalerie en saf modernist formu, Bauhaus-Archiv Museum Bauhaus estetiğini temsil ederken, Libeskind yapısı daha farklı bir örnek; başka bir mimarlık dili sergiliyor. Günümüz mimarlığında 80’lerden bu yana önemli bir arter oluşturan olağandışı formların egemenliğine, sembol ve referansların artan etkisine kuvvetle işaret ediyor.