Pilot Galeri'de açtığı 'Agora' sergisinde İstanbul'un meydanlarına mercek tutan fotoğraf sanatçısı Serkan Taycan, "İnsanlar meydanları kullanmıyorlar! Sadece geçip gidiyorlar." diyor.
Agora, 2008’den itibaren üzerine çalıştığım taşradan kent çeperine, oradan da kent meydanına gelen, ana izleği yaşadığımız coğrafyanın kentleşme olgusunu araştıran, son 10 yılda bütün etkileriyle toplumsal ve kişisel hayatımızı derinden etkileyen dönüşümlerin izini süren çok parçalı bir çalışmanın son halkası. ‘Habitat’, ‘Kabuk’ ve ‘Agora’ya eklemlenen ‘İki Deniz Arası’ ise bahsettiğim olguları İstanbul ölçeğinde fiziksel deneyime açan bir yürüyüş rotası. Bütün bu politik ve günlük hayata ait dönüşümlerin çeşitli boyutlarda bir kırılma oldugunu düşündüğüm için dört çalışmanın ana başlığı; “Fay Hattı”. Toplam 8 yıl sürdü. “Fay Hattı”yla ana amacım aslında tam da bu kırılmaların gerçekleştiği dönemde yaşadığımız coğrafyanın dinamiklerine geniş bir perspektifden bakabilmek. Taşra, kent çeperi ve meydanlarıyla nasıl bir coğrafya olduğunu tarifleyebilme çabası…
Son aşaması neden meydanlar dersek, meydanlar kenti en sembolik tarifleyebileceğimiz mekanlar. Kentin bir anlamda kalbi, mikrokosmosu. En önemli kamusal alanlar, kentlilerin “öteki” ile karşılaştığı, her sınıfa, etnisiteye, cinsiyete, cinsel yönelime açık mekanlar. Kentlinin sesini duyurabildiği, müdahil olduğu, karşılaştığı yerler. Meydanlar günümüz Türkiye ‘sinde gittikçe artan kamusal hayata müdahil olma talebinden ayrı düşünülemez. Gezi Parkı direnişi ve yakın tarihte gerçekleşen genel seçimdeki tavır da bu müdahil olma sürecinden en önemli basamakları. İşte tüm bu olgular nedeniyle meydanlara bakmanın yaşadığımız coğrafyanın bugününe bakmak, anlayamak ve geleceği kavramak için önemli olduğunu düşününüyorum.
Türkiye’deki iktidarlar kamusal alanı daima bir tehlike olarak görmüş ve onu geliştirmeye çalışmamışlar. Bunu meydanların birer birer tarihlerini incelersek görebiliriz. Her dönemin kendi yönetim politikasına göre yapboz tahtasına dönen mekanlardan bahsediyoruz. Güncel örneklerininin ne olduğu yakın tarihimizde apaçık ortada. Bu sayede toplumsal hafızadaki yerleri de kesik kesik. Osmanlı toplumunda kentsel mekanda bir meydan formu saltanat tarafından bilinçli olarak oluşturulmuyor. İktidarın devamı için insanların birleşip fikir alışverisi yapacağı yerler doğal olarak bir tehlike gibi algılandığı için kasıtlı olarak meydanlar oluşturulmamış. Bu ihtiyacı camii avluları karşılamış. Ancak onlar da aslında erkek egemen mekanlar oldukları için gerçek anlamda birer kamusal mekan işlevi kazanamamışlar. Osmanlı toplumunda kadının kamusal kayata karışamamasının en büyük gerekçelerinden birisi de bence bu. Modernizmle birlikte bu bir miktar yıkılmaya çalışılıyor. Beyazıt Camii avlu duvarının yıkılıp meydan haline getirilmesi buna en büyük sembolik örnek. Camii avlusu meydanlaşıyor. Aslında ilerlemeci amaçlarla yapılmış bir müdahale ama iki taraflı okunabilir. Kamusal alanda ibadethanin, bu anlamda dinin yeri artıyor. Işte bunun en güncel örneklerini Bağcılar, Sultanbeyli gibi İstanbul’un merkeze uzak mahallerinde yeni yapılan meydan düzenlemelerinde görebiliyoruz. Kocaman meydanların ortasına inşa edilen büyük camiler bir anlamda kamusal alanla ibadethane arasındaki sınırı kaldırıyor, dini toplumsal örgütlenmenin merkezine oturtuyor.
İstanbul’daki büyük kent meydanlarının en eskisinden başlayarak günümüze kadar nasıl evrimleştiğini görebilecek bir seçki yapmak istedim. En eski meydan olan Sultanahmet’den, modernleşmenin ilk başladığı Pera’ya (Galata) oradan Cumhuriyetin ilk meydan heykelinin yerleştirildiği Taksim’e, erken Cumhuriyet’in önemli bir meydan heykeli olan Barbaros Anıtı çevresinde oluşan meydana… 1950’lerin apartmanlaşan Şişli’si ve yine Cumhuriyet’ten sonra İstanbul’da yapılan ilk caminin (Şişli Camii) çevresinde oluşmuş meydan… Ve meydanın, kamusal alanın ticarileşmesi: Cevahir AVM önündeki meydan-geniş kaldırım arası açıklık… Bu meydanların üzerinde olduğu Sultanahmet-Mecidiyeköy hattı, aynı zamanda İstanbul’un modernleşme evrelerinin aşama aşama takip edilebilmesine imkan veren bir açık hava müzesi gibi.
Bu iki fotoğraf İstanbul bağlamındaki kamusal alan güncel tartışmalarına istinaden dahil oldu. İstanbul artık yukarıda ifade nettiğim Sultanahmet-Mecidiyeköy hattıyla tarif edebileceğimiz bir kent değil. Bu tarihi bölgenin dışına taşmış, hatta neredeyse asıl karakterini artık merkez dışı yönünde değiştirecek kadar dengesi bozulmuş bir kent. Buralardaki kamusallığı merak ettim. Günümüz iktidarının nasıl bir kamusal alan, bu manada toplum örgütlenmesi, ideali var? Bunları araştırmak istedim. Ümraniye bu yüzden devreye girdi. Bir yandan da kamusal alanın gittikçe sınırlandığı, AVM’ler içerisine kapatıldığı bir dönemdeyiz. AVM’ler güvenlik kontrolunden geçilerek girilen, her tarafları güvenlik kameralarıyla kontrol altında. Bu anlamda kamusal alanın özgürlük nosyonundan uzak mekanlar. İşte bu yüzden Cevahir AVM’yi de sergiye ekleme gereği duydum.
Sergideki fotoğraflar aslında “çekilmiş” değil “yapılmış” fotoğraflar. Bir andan öte bir dönemselliğe karşılık geliyorlar. Bu biraz da üretilme pratiklerinden kaynaklanıyor. Teknik anlamda kamerayla bir sepetli vinç üzerinde yükselerek üretildiler. Adeta vinç büyüklüğünde dev bir üçayak sehpa gibi… Fotoğrafların çekim süreci de günler süren bir eylem. Uygun ışık, kalabalık koşullarını sağlayabilmek için bu meydanlarda vinç tepelerinde günlerce beklemek, gözlem yapmak durumunda kaldım. Bu çekimlerden sonra fotoğraflarda kalabalığı, insan sayısını istediğim yerde arttırıp azaltarak müdahalalerde bulundum. Adeta yeniden bir kafamdaki meydan imgesini ürettim. Bu durumda adeta gerçek olamayacak kadar idealize edilmiş durumlar yarattı. Bu zamansızlığı veya geniş zaman dilimi duygusunu veren de o sanırım.
Fotoğraf bu konuda zor bir disiplin, gerçekle bağlantısı son derece sıkı. Ama gücünü de bu gerçekle olan yoğun ve hassas ilişkisinden alıyor. Derinliğini de bu kavramları eğerek bükürek kazanıyor. Kavramlardan bahsederken de estetik “retina” oyunlarına değil hakikat ve samimiyete dayanması gerekiyor. Bu da basitlşmeyi yanında getiriyor, kavramların basitliği onu derinleştiriyor. ‘Süslü püslü bir hakikat size ne kadar samimi gelir?’ diye sorarım!
Ya da şöyle sorabilir miyiz? Taksim Meydanı’nın gösterişli fotoğrafına ne gerek var? Çevrenize baksanız her yer gösteriş: Mimari, televizyon diziler, yemekler, kıyafetler… Sanat ise belki insanın özüne dair bir şeyler söyleme, yeni ilşişkiler yaratma ihtimali olan, daha tevazu sahibi bir alan olabilir. Düşünselliğe hitap eden, daha damıtılmış. Bu yüzden bu işleri üretirken hiç de gösterişli olması kaygısında değildim. Daha hakiki nasıl olabilirler asıl kafa yorduğum konu oydu. Kafamda, hafızamda benim bu meydanlarla kurduğum ilişki nedir, nasıl imgelere tekabul eder onu araştırdım. Zaten bu fotoğrafların üretildiği noktalara aslında fiziksel olarak ulaşmak mümkün değil. Bir daha tekrarlanacak görüntüler değiller. Sanatın en önemli anlam kazandığı alanların başında tecrübe çoğaltmak olduğuna gittikçe inanıyorum. Sanatçı olarak birer tecrübe yaşıyoruz ve bu tecrübeyi form haline getirip çoğaltmak esas geliyor bana. Vinç tepesinde meydanlara bakmanın da öyle bir hali var. Saatlerce, günlerce yapılmış bu gözlemin, analizin aktarılması bana heyecanlı geliyor. Tecrübenin çoğaltılmasına yarıyor.
İstanbul’da insanlar meydanları kullanmıyorlar ki! Sadece geçip gidiyorlar. Şöyle bir gözlerinizi kapayıp hatırlamaya çalışın hangi meydanda şu ana kadar oturup çevreyi izlediniz. Bu meydanları şehre ziyaret edenler kullanıyor. Yani çoklukla turistler. Her birinin de ziyaret eden kitlesine göre farklı özellikleri var. Sultanahmet’le Taksim veya Cevahir önündeki meydanın turisti farklı. Burada ilginç bir gözelemimi paylaşmak istiyorum. Biraz önce dediğim gibi bu fotografları üretirken vinç tepesinde günlerce vakit geçiriyordum, böylece derinlemesine gözlem yapma şansım doğuyordu. Meydanları kimler, nasıl, hangi saatlerde kullanıyorlar? Demografik, cinsiyet dağılımları neler? Nereden nereye yönleniyorlar vs. Eğer kamusal alanı “öteki” ile karşılaşma mekanı ve bu karşılaşma için de meydanda da vakit geçirilmesi gerektiğini düşünüyorsak bu saydığım meydanlar arasında kamusal alan işlevini en hakkıyla yerine getiren yer Cevahir AVM önündeki meydan bile diyemeyeceğimiz genişçe kaldırım. Buraya çevreden, konutlardan, işyerlerinden insanlar geliyor, alışveriş merkezinden çıkıyor, banklara oturuyor, dinleniyor, toplu taşıma araçlarına ulaşıyor kısacası yaşayarak kullanıyorlar. Bu da aslında acı verici bir şekilde bize tekrar kamusal alanın tasarım ve kullanımın bile ne kadar ticari ağlara bağlı olduğunu tekrar gösteriyor. Çünkü İstanbul’un diğer hiçbir meydanında Cevahir önündeki gibi gölgelikli banklar yok!
Serkan Taycan’ın “Agora” başlıklı fotoğraf sergisi 4 Temmuz’a kadar Pilot Galeri’de görülebilir. 1 Temmuz Çarşamba saat 18.30’da ise Serkan Taycan’ın sanatçı Can Altay’la birlikte yapacağı sergi turuna katılabilirsiniz. Adres: Sıraselviler Caddesi. No:83/2 Cihangir/ Beyoğlu/İstanbul, Tel: 0212 245 55 05