Her Çarşamba Taraf Gazetesi'nde yazan İhsan Bilgin bu hafta AKM tartışmalarını konu ediniyor.
Nereden çıktı yine bu konu? Bu kez hiç olmazsa çekişme nedeniyle değil, hayırlı bir vesileyle, bir sergi vesilesiyle gündemde. Neye el atsak aynı sorun: kurumlar ve binalar sorun çözmek üzere kurulur, yaratmak için değil. Yönettiği toplumla barışık olmayan bir devlet mekanizması olunca; ve de sorun çözmeye değil şahsiyet kanıtlamaya yönelik zihniyet yaygın olunca, herşey tersine dönüyor. Bu benim sadece burada önüme çıkan üçüncü konu: 1. TOKİ, piyasanın rutin işleyişiyle barınma ihtiyacını karşılayamayanların sorununu hafifleteceğine, kendisi başlıbaşına barınma sorununun yeni bir halkası haline geliyordu. 2. Zaten laik devletle uyuşmayan bir kurum olarak Diyanet fetva-siyaset karışımı demeçleriyle kafaları karıştırabiliyordu. 3. İstanbul metropolünün milyonları bulan nüfusunun opera, bale, dans vs. gösteri izleme ve klasik müzik dinleme ihtiyacını karşılamak üzere toplam 30 yılda inşa edilmiş Atatürk Kültür Merkezi (AKM) işlevini sükûnetle yerine getireceğine iki üç yıldır kamuoyunun gündemini kendi sorunlarıyla işgal ediyor. Tabii ki binanın kabahati yok, kenarda bekliyor.
Önce “yıkılsın!” diye bir gündem oluşturuldu; sonra “yapılsın!” diye; sonunda da “hayır yapılmasın!” diye. Üstelik hepsi de yaygaracı salvolardı. Önce nedendir bilinmez, bir “asık surat” lafı çıktı, “yıkılsın!” yaygarasıyla; oysa bina tam da olması gereken yerdeydi, on küsur milyonluk metropolün tam ortası da sayılan en cazibeli, kozmopolit, ve zengin-fakir, çoluk-çocuk, bütün sınıf ve tabakaları buluşturan boşluğunda, üstelik bu tür binalarda sık rastlanmayan şekilde fuayelerini, yani seyir-dışı avarelik alanlarını o cazip ve esrarengiz boşluğun parıltılı kozmopolitliğine doğru alçakgönüllü cömert ve davetkârca açarak ve beslendiği meydanınkine kendi parıltısını da katarak. İşleviyle uyumlu mekân ve donatı kalitesi ile refah ortamını, meydanın doğası gereği aylaklığa yatkın salaş standartları ile cesurca yüz yüze getiriyordu. Neyse tehlike atlatıldı, ardından binanın yeterli bakım görmemekten eskidiği ve teknik desteğe ihtiyacı olduğu keşfedildi. Üstelik yapacak kişi de piyangodan çıkma bir şansla Ortalıktaydı. Binayı yapan Hayati Tabanlıoğlu’nun mimar oğlu Murat; pekâlâ mimar olmayabilirdi, olsa da ortada olmayabilir bu çetrefil işten kaçıp saklanabilirdi, riskleri ve iş yüküyle üstlendi mirası. 40 yıl öncenin sorumlu uzmanlarını Avrupa’nın köşe-bucağında buldu. Sürpriz bir kaynak da vardı: 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmuştu İstanbul; üstelik müsamere için değil, bu türden işleri üstlenmesi için yapılmıştı; sadece mali kaynağı değil, Korhan Gümüş gibi akıl, mantık ve vicdana gönül koymuş yöneticileri de vardı. İnsanüstü bir gayretle ve devlet bürokrasisindeki enerjik kişilerin de desteğiyle 2010 kaynağının gerekli miktarının AKM’ye ayrılma kararı verildi, ama çilesi bitmemişti binanın! Nasıl olur da diğerleri yetmiyormuş gibi Cumhuriyet’in “Modernin İcrası” projesinin restorasyonu da bu iktidara nasip olurdu, bir bityeniği olmalıydı bu işte, oynanan oyun açığa vurulmalıydı; işte binayı yıkamayan, “Modernin İcrası”na taş koyamayan örümcek kafalı gericiler restorasyon perdelemesiyle yok edeceklerdi hem binayı hem de misyonunu.
İşte oyun apaçık ortadaydı: İstanbul’un en nefes kesici açılarından olan çatı katı, bale çalışma salonu yerine lokanta ve seyir terasına dönüşüyordu; giriş katına da CD, kitap müzik, hediyelik kırtasiye satan bir satış noktası bile yerleşecek; yetmiyormuş gibi Taksim manzaralı fuayeleri Baudellaire’e nazire yaparcasına gösteri ve konser dışında da Taksim’in ve Beyoğlu’nun aylaklarına ve daima aylak kalacaklarına açılacaktı. Giriş katında dolaşımı engelleyen ve mekânın organizasyon mantığına da ters yerleştirilmiş vestiyer kenara çekilerek akış kolaylaştırılıyordu. Zamanında özel imalatla elde edilmiş aydınlatma elemanları ve duvardaki seramiklere kadar yeniden imal etmeye üşenmeyen proje performansının vestiyer kararı proje iptali talebinin gerekçesi yapılarak yüksek mahkemeye kadar gidiliyordu. İptal istemiyle yargıya giden de maalesef ülkedeki kamu yararı önceliğinin son militan savunucularından Mimarlar Odası gibi bir kurum oluyordu. Yalnız ve desteksiz kalmanın küskünlüğünün rövanşını proje çizimlerini yüksek mahkemelere sunulacak birer hukuki doküman ve delilden ibaret görerek alıyordu adeta Oda. Mimarlıkla zıtlaştığı aşikâr bir deformasyonun esiri oluyordu bu tutumuyla, aklıselimiyle hep güven kaynağı olmuş Mimarlar Odası.
Böylece meslektaş babayla kurduğu empati kadar, çocukluğu ve gençliğinin başat mevzuu binayı iyi okumaya olan güvenine de dayanarak riski ve angaryası bol bir işe cesurca ve hesapsızca girişen Murat Tabanlıoğlu gibi Türkiye’nin en kapasiteli mimarlık ekiplerinden birini kurmuş, en iddialı, performansı yüksek ve lider karakterli üyelerinden biriyle karşı karşıya kalmış oluyordu Oda. Peki, ne mâlum teknik olarak yerinde kararlar aldığı ve Oda’nın binaya ve proje paftalarına yeterli dikkat ve konsantrasyonu veremediği? Tartışmasız kanıtı denemese de, mimaride çoğu zaman rastlanamayacak türden apaçık bir belirtisi Karaköy’de ve önündeki caddeye adını vermiş görkemli binanın dördüncü katında duruyor. Garanti Bankası’nın kültürel etkinlikler düzenlemek üzere kurduğu SALT’ın Galata binası olarak kullanılan Bankalar Caddesi, No. 11’deki eski Osmanlı Bankası Binası’ndaki Kalebodur desteği ve Tabanlıoğlu- Mimarlık katkılarıyla, Pelin Derviş&Gökhan Karakuş küratörlüğündeki “Modernin İcrası: ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ: 1946-1977” sergisindeki 1/60 ölçekli, burada fotoğrafını da bastığım maketten sözediyorum. İki önemli şeyi sergiliyor bu maket: birincisi, tasarlayan mimarın binayı nasıl görerek tasarladığını; ikincisi mimarın, mimarlığın en yoğun emek gerektirdiği kadar en meşakkatli eylem alanı da olan ve anlama ve tasarım becerilerine de sahip olmayı gerektiren işi restorasyona başlamak için sahip olması gereken vizyonu, yani bakış açısını. Mekânı kurmak kadar anlamak için de gerekli formasyonun parçası olan bu mimar bakışı, mekânın hiçbir deneyimlenme açısıyla ve pozisyonuyla örtüşmez. Ama öte yandan da hepsiyle birden ve tek seferde örtüşüverir; her yeri, her şeyi birden, üstelik daha ortada hiç bir şey yokken yani hayat başlamamışken, deneyimlenemezken görüverir; bu nedenle de mimardan başka kimseyle paylaşamayacağı en mahrem dünyasıdır ve bu dünyayı bu kadar cesurca ortaya dökmek kadar dökebilmek de her mimarın harcı değildir.
Evet mimarlığın profesyonellerine yetkin ifade tekniği nedeniyle, amatörlerine de bir mimarın binayı tasarlarken nasıl bir şey gördüğünü sezmeleri için tavsiye ediyorum bu maketi görmelerini; serginin tamamı ise birkaç yıldır kafa şişiren AKM konusunun uğultulu parazit etkisinden uzaklaşmaya teşvik eden yatıştırıcı etkisi nedeniyle görülmeye değer. Sergi 6 ocak’a kadar açık. Peki, Tabanlıoğlu ne yapmış oluyor bu maketi tasarlamakla? Öncelikle yaptığı projenin ve aldığı kararların kanıtı ve teminatı olarak soyadı ile ve binanın çetrefil tarihinin çocukluk yıllarına vurduğu damgayla yetinmeyip projeyi yapanın vizyonuyla kendilerininkinin paralelliğini sunuyor kamuoyuna kanıt olarak. Mimari tasarım düşüncesinin en mahrem katmanını alenileştirerek müttefik arıyor ekibine, bu haklının iziyle haksızın izinin birbirine dolandığı gürültünün orta yerinde. Peki, Oda, onun müttefiki kimlerdi? Önce kendilerini on küsur milyon evsahibi hemşehrinin ve bir o kadar da yerli/yabancı turist misafirin yerine koyup kullanıcı temsilciliğine soyunan bir avuç sanatçının sendikası; sonra da bu konulara doğası gereği uzak olacak yüksek yargının yargıçları. Unutmayalım: bir de, son yüzyıl yapıları korunma deneyiminden yoksun olduğundan, 16. yüzyıl normlarını her katmana taşımaktan başka yapacağı olmayan bir ortamın, bu çaptaki iş deneyimleriyle de pek alışverişi olmamış, tesadüfen biraraya gelmiş birkaç uzman/bilirkişi etiketi. Yeri gelmişken, benzeri işlerde mimari tasarıma ve işin ölçeğine daha alışık formasyon sahipleri ve teknik bilgi/beceri kapasitesi yüksek bilirkişi seçmek gereğini de söylemiş olayım. Mimarın ne yaptığının bile bilinmediği bir ortamda nasıl düşündüğü alenen sergileniyorsa görmeye değer, anlamamaktan korkmadan ve mutlaka destek aranıyorsa; refakatçi olarak bir mimarın ya da mimarlık öğrencisinin eşliğinde…
Peki, netice? İmâ ettiğim gibi yüksek mahkemenin projeyi iptal kararı ve sonrasında, yine süresi dolmuş 2010 Ajansı ile Kültür Bakanı’nın dirayetine bağlı bir hamleyle, tartışmalı kararlardan vazgeçilerek yeniden onaylatılan proje. Yıllar önce tamamen gönüllü olarak zamanında Sakıp Sabancı tarafından Hayati Tabanlıoğlu’na verilmiş bir maddi destek sözü ve her ikisi de bu dünyadan ayrıldıktan sonra bu sözün gönül borcu olarak restorasyon bütçesinin yarısını bakanlıkla paylaşan Güler Sabancı liderliğindeki Sabancı grubundan da aldığı destekle binanın tehlike arzeden teknik donatısını, binanın ilk proje ortağı uzmanları bularak yenileyen Tabanlıoğlu grubu. İki soyadı: Tabanlıoğlu/Sabancı. İki aileden ve iki kuşaktan iki çift özne Hayati/Sakıp, Murat/Güler. Bitince yeniden, korkmadan, gidebiliriz AKM’ye seyretmeye ve dinlemeye.
Bir de Banka: Garanti. Öncelikli vazifesi olmayan bir işle daha uğraşıp bu güngörmüş binanın hikâyesini getiriyor sessizce ayağımıza. Son bir sahne daha var, sergiden önce hikâyeyi tamamlayan. Bakanlık bürokrasisi binanın sahibi sıfatıyla müelliflik yarışına kalkışıyor Tabanlıoğlu ile Herşey fazlasıyla bile konu oluyor ama Korhan Gümüş ve Serhan Ada’nın tüm çabalarına karşın yeterince konuşulmamış tek şey kalıyor, o da binanın iyi yaşamasının hayati konusu olan: işletme modeli. Bertolt Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi” ile sorduğu ve bilge Azdak’a yanıtlattığı sorusunu sorma zamanıdır: “Çocuk (burada AKM) kimindir?” biyolojik annenin mi, ona bakıp büyüten sosyal annenin mi?.. İşte Mimarlar Odası’nın tarihine ve misyonuna uygun bir müelliflik problemi AKM’nin müellifi kimdir? Bakalım Azdak olabilecek mi Oda? Azdak çocuğu iki kolundan anne adaylarına çektirtmiş ve canı yanmasın diye ilk bırakana vermişti. En sonunda artık bilgelik zamanı. 60 yıllık tecrübe akıllı ve mâkul bir annelik testi kurgulamaya yetse gerek; Murat Tabanlıoğlu sorumluluktan nasıl kaçılmayıp üstüne gidileceğinin iyi ve sağlam bir örneğini vermişti, sıra Oda’da…