Anne, Ben Barbar mıyım?

Pelin Batu yazdı...

8 Ocak günü İstanbul bienalinin bu seneki küratörü Fulya Erdemci bienalin odağının “siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri” olacağını açıkladığında 1 Mayıs polemikleri patlamamıştı. Emek yerle bir edilmemişti. Gezi varlığını şehrin göbeğindeki görünmez park olarak sürdürüyordu. Ama şehir betonlaşmaya, kimliksizleşmeye, TOKİ’lenmeye devam ediyordu; kentsel dönüşüm beyaz İstanbul’u inşa ederken zencileri yeni ghetto’larına itmiş, Sulukule lego-vari bir yere dönüşmüş, üçüncü köprü projesiyle Ümraniyeleşecek şehrin son yeşilleri tartışılıyordu. İşte tam da bu vahşi metamorfoz ortamında “Anne, ben barbar mıyım” sorusunu sormak, mekanların adaleti üzerinde durmak ve şehri politik bir vücut olarak okumak insanı kaşındırıyor. Sizi bilmem ama benim için Gezi sonrası bu konular daha da can alıcı oldu. Bienali böyle bir yere oturtunca eserleri salt sanat olarak değil şehri okuma haritası olarak görüyorum. Tabakalar katmerlenip koyulaşıyor.

Siyasete bulaşmamıştı

Geçen yılın edebiyat Nobel’ini alan Mo Yan’la ilgili tartışmaları hatırlıyor musunuz? Çinli yazar hayatı boyunca büyülü bir realizmin içinde yüzüp masalsı dünyalar inşa etmiş, siyasete hiç bulaşmamıştı. Çin’in insan hakları sicili göz önünde tutulunca da bahtsız Mo Yan pek içerlenmiş, ülkesinin zulümlerine dair bir çift laf etmemesi “sen nasıl sanatçısın kardeşim” tepkilerini yumurtlatmıştı. Anlayacağınız, konuşunca bir türlü, konuşmayınca bir türlü! Antreponun koridorlarıyla dolanırken Mo Yan vakası aklıma düşüyor çünkü sanatın ve sanatçının rolü fırtınalı zamanlarda daha iyi anlaşılıyor. Merak etmeyin, sanatçının öncü misyonu, sanat sanat içindir vs. Brecht meselelerine girip sizi mahvetmeyeceğim. Son yıllarda sanatçının estetik bir obje yaratıcısından çok bir fikir üreticisine evrilmesi beni rahatsız ediyordu, acaba ben mi heyecanımı kaybediyorum diye düşünürken birden bire tutku baloncukları içimde patlamaya başladı. Evet, bir Bosch resmine bakarken aldığım çocuksu hazzı almıyorum. Bu sefer irdelenen konular beni çok yakından alakadar ettiği için midir, nedir bilinmez, ama bu bienalde kavramsal sanat denen şeyin gerçekten içine giriyorum. Bugünleri de mi görecektim, ah ah.

Bir sanat kelebeği olarak geçirdiğim günün sonunda yorgun argın eve dönüp not tutuyorum. Çok fazla şey görmüş olmakla birlikte belli eserler zihnimde parıldıyor. İşte onlardan birkaç tanesi:

1. Şener Özmen’i geçen sene tanımış, poşu takım elbisesinin hınzırlığına, kimlik eleştirisindeki esprili tavra tav olmuştum. Bienalde bu meşhur takım elbiseyle birlikte üç yeni eseriyle tanışma fırsatım oluyor. Herkesin herkese bağırdığı, ifadenin özgürlüğünü kaybettiği bir ülkede megafonu kendi kulağına tutup avaz atmak bir karede ne kadar çok şey anlatılabildiğinin örneği.

2. Mülksüzleştirme Ağları adlı çalışma müthiş bir veri tabanı ve haritalamadan mürekkep. Örümceğimsi şirket ağlarına bakınca halkın nasıl mülksüzleştirildiğini, mega projelerle nelerin el değiştirerek neye dönüştürüldüğünü, iktidar/medya/patronaj ilişkilerini görüyorsunuz. Bu sanat mı? Bilmem. Ama resmi çok netleştirdiği kesin. mulksuzlestirme.org adresine mutlaka göz atın derim.

3. Rap müziğini bilmem, dinlemem ama Halil Altındere’nin “Wonderland” videosuna şapka çıkarttım. Sulukuleli gençlerden oluşan Tahribad-ı isyan şehrin sert şiirini akıttıkça adrenalinim yükseldi, Tarlabaşı’nın Alice’i olarak koşma isteği depreşti.

4. Jorge Galindo ve Santiago Sierra’nun devrik diktatörleri ters döndürülmüş şekilde cenaze arabalarının üzerinde şehirde turlarken, aslında her şeyin tepetaklak olduğunu anlıyorsunuz. Her yer diktatör, her yer direniş.

5. Köpekler şehri İstanbul’da kentsel dönüşümle birlikte kenar mahallere atılmasını anlatıyor “Ben hep burada olan köpeğim.” Annika Eriksson’un videosunda şehri, en şehirlilerden, yani köpeklerinden dinliyorsunuz. Mahalle denilen şey yok oldukça onlar da kaçıyor, ötekileşiyor.

Bu bienalden sonra insan başlıktaki soruyu ister istemez sormuş oluyor. “Anne, ben barbar mıyım?” “Evet yavrucuğum.”

Etiketler

Bir yanıt yazın