İstanbul'a ayak basar basmaz kendisini Gezi eyleminin içinde bulunan Güney Afrikalı sanatçı Kendell Geers'e göre eylemin yaratıcılığı bu yıl düzenlenecek bienali anlamsız kıldı.
Şu ara tesadüflerin en ilginci, 1993 Venedik Bienali’ndeki performansı için doğum tarihini Mayıs 1968 olarak değiştirecek kadar politik Güney Afrikalı sanatçı Kendell Geers’in tam da Gezi eylemleri zamanı İstanbul ‘da olması. Gelir gelmez kendini Gezi eylemlerinin ortasında bulan Geers’la buluştuk, Galerist’teki sergisi ‘Cennetten Ateşi Çalmak’ı ve artık İstanbul Bienali’ni alt ettiğini söylediği Gezi’yi konuştuk.
Öncelikle ‘Cennetten Ateşi Çalmak’ başlığının sergideki işlerle nasıl bir bağlantısı olduğundan bahsedebilir miyiz?
Aslında 15’inci yüzyıldan kalma bir ex-libris bu. Aynı zamanda Nevil Drury’nin de (kült, büyü üzerine çalışan antropolog) kitabının başlığı. O kitapta ruhaniliğin modern zamanlardaki yükselişine işaret ediyordu Drury. Benim çağdaş sanata ilişkin başta gelen meselelerimden biri ruhaniliği tekrar yürürlüğe sokmak. Sadece estetik bir temsille ilgilenmiyorum. Benim işlerim de politika ve ruhanilik, mistisizm arasında tuhaf bir dengede yürüyor. Bu yüzden uygun bir başlık olacağını düşündüm. Aynı zamanda işlerimin genelde birden çok anlamı olabiliyor. Serginin bu başlığının şu anda Türkiye ‘deki protesto gösterilerine denk gelmesi de şöyle bir anlamı doğurdu: Bu gösteriler de cennetten ateş çalmak gibi. Tanrılardan insanlara…
Serginin açılışı için geldiğinizde kendinizi protestoların ön saflarında buldunuz.
Evet, o yüzden bir açılış yapmadık. Duyduğumuz saygı gereği. Geçen hafta geldim İstanbul’a ve gelir gelmez ne olup bittiğini görmek için protestonun ön saflarına gittim. Hem sanatçı olarak hem de birey olarak insanların haklarını geri almak için sokaklara dökülmesinden çok etkilendim. Son birkaç yılda politikayla büyük dertlerim olmaya başladı. Çünkü politikacılar halkın haklarını ellerinden alıyor. Ve tüm bu olayların parkı korumak için bir araya gelen bir grup insan tarafından başlatıldığını görmek çok ilginç. Bu insanlar polis saldırısına uğrayınca, milyonlar “Hayır o insanların parkı koruma hakları var” demek için sokaklara döküldü. Böyle bir dayanışma dünyanın geri kalanını da düşündüğümde çok kendine özgü. Geçen hafta biber gazı yediğimde ne kadar çok insanın bana yardım etmek için yanıma geldiğine inanamadım.
Bu eylemler sanatçı olarak nasıl ilham veriyor size?
Örneğin, İstanbul Bienali’nin ‘Anne ben barbar mıyım?’ sorusundan hareketle kent ve kamusal mekân temasını ele alacağını biliyorum. Ama Gezi Parkı’na bakınca bu bienalin iptal edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü orada, halkın mekân üzerinde çok spontan, enerjik bir şekilde tekrar hak iddia etmelerinin bir örneği var. Sadece politik bir hak iddiası değil aynı zamanda sosyal de bir hak iddiası… İnsanlar “Bu park bize ait, politikacılara ya da alışveriş merkezlerine değil, burası bir kamusal alan” diyor. Ve inanılmaz bir cömertlik, yardımlaşma söz konusu. Resmi bir yardım alınmadan denge kuruluyor, AKM böyle kontrol ediliyor. Bu şimdiye kadar gerçekleştirilmiş en büyük enstalasyon, en büyük bienal. Bir küratöre veya idareciye, yani insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyecek birilerine de ihtiyacı yok. Çünkü zaten taban hareketiyle gerçekleşen bir oluşum.
Böyle bir yapıyı sanat dünyasına da uyarlamak mümkün mü?
Birkaç yıl önce Çin’de bir sergi açmıştım. Sokaklarda John Lennon ve Yoko Ono’nun sürekli gördüğüm bir afişi vardı. ‘Eğer sen istersen savaş biter’ diye yazıyordu. Çin’deki sergide şunu anladım: Savaş tepeden verilen bir karar. İdeolojilerimiz, korkularımız üzerinden manipüle edilerek savaşlara sürükleniyoruz. Çin’deki sergide bu cümleyi ‘Eğer sen istersen devrim biter’e çevirdim. Çünkü devrim tabandan gelen bir harekettir. İstanbul’da gördüğümüz de tam bunun bir örneği. Eğer devrim olmazsa suçlayabileceğiniz tek kişi var: Kendiniz. İnsanların bir araya gelip bu eylemleri yapabilmesi, bizim halk olarak baskıya direnme, ona hayır deme hakkımız olduğunu gösteriyor. Sanat dünyası konusunda ise hep söylediğim bir şey var: Eğer Venedik Bienali’nde kötü bir sergi görürseniz küratörü değil, sanatçıyı suçlayın. Çünkü bu bir güç meselesi. Gücü küratöre, galerilere, müzelere, kurumlara verdiğiniz takdirde bir tek kendinizi suçlayabilirsiniz.
Küratörlerin daha da etkin bir konuma gelmesi, sanatın maddileşmesiyle mi alakalı?
Hayır, sanatın profesyonelleşmesiyle alakalı. Sanat çok fazla para etmeye başladı. Ve bu yüzden de ondan nemalanmak isteyen, parazitik konumdakiler arttı. Günbegün sanatçı dışında herkes bundan kâr etmenin peşine düşüyor. Şimdi de sanat dergilerinin kapaklarına sanatçılar değil, küratörler çıkmaya başladı.
Hâlâ sanatın değiştirme gücü olduğunu düşünüyorsunuz ama…
Kesinlikle. Sanat belki suratınıza bir tokat atarak değiştirmez ama dalgalar yaratır. İyi sanat, bir büyünün, ruhani bir şeyin cismanileşmiş halidir. Kendinizi sanata bıraktığınızda algılarınız değişir. Ve sanatı satın alan zengin ve güçlülerin algısı değiştikçe milyonların algısını değiştirme gücünüz de olur.
Apartheid rejimine 15 yaş gibi erken bir dönemde başkaldırdınız. Bunu tetikleyen neydi?
Güney Afrikalı muhafazakâr, apartheid yanlısı, milliyetçi bir ailede doğmuş birisi olarak kilisem, ailem, okulum, herkes bunun tanrının işi olduğunu söylüyordu. Tabii ki çocukken buna inanmak dışında bir seçeneğiniz yok. Ama ergenlik döneminde “Niye” diye sormaya başlıyorsunuz. Ve ben de o dönemde aldığım cevaplardan hiç tatmin olmadım. Çünkü aldığım cevap ya suratıma bir tokat olurdu ya da cezalandırılırdım. Sonrasında daha fazla soru sormaya başladım ve anladım ki burada bir insanlık suçu işleniyor. 15 yaşında da politik olarak aktifleştim ve apartheid karşıtı harekete katıldım. O dönemde sanata yönelik baskılar da sanatın değiştirme gücünü gösterdi bana. Asıl mesele, sanatçının parti politikası yapmaması, şu iyidir, bu kötüdür diye dikte etmemesi, etik ve genel ahlak arasındaki çizginin farkında olması. Politikacılar genel ahlak sahibi kişiler. Sanatçılar ise etik sahibi olmalı. Sanatçının işi deriyi sıyırıp insanlara gerçeğin karmaşık yapısını göstermek. Apartheid döneminin bir başka ilginçliği de ideolojinin bizi nasıl manipüle ettiğini görmekti. 1988’de normal kabul edilen, bugünün anormali… 88’de Nelson Mandela bir teröristti ama şimdi bir özgürlük savaşçısı.
Sergiye dönersek ‘Muvaffakiyetleştiremediklerimizden misiniz?’ yazılı da bir tablo var.
Evet. Her dilde en uzun kelimeler üzerine yaptığım seriye ait. Örneğin Fransızcadaki en uzun kelime ‘anayasa-dışı’, Hollandacadaki en uzun kelime ise ırkçı bir anlam taşıyor. Bence en uzun kelime, o dilin ideolojisini yansıtıyor. Buradaki sergi için de Türkçedeki en uzun kelimeyi seçtim ve ilginç bir şekilde şu andaki duruma da tam uydu bu kelimenin içeriği. Serginin tamamı ise dille ilgili. Dil nereden geliyor sorusuna kitapların cevabı, Tanrısala ulaşmak için kurulan Babil Kulesi’nin yıkılması ve insanoğlunun da dilde ayrışmayla lanetlenmesidir. Buradan çıkardığım, dilin hem ilahi olması hem de bir lanet olması. Dilin ilahi boyutu, farklı anlamları içermesinde, çifte anlamlarda ortaya çıkıyor. Ama dil aynı zamanda bir alışkanlığa, tekil anlamlar üzerinden ortaklığa işaret ediyor. Tüm bu sergi Sol LeWitt’in bir duvar resminin yorumu. Ben de sanat tarihinden bir sayfayı, bir kelimeyi alaşağı ederek onun özünü, yapıldığı 1968’deki anlamından öte bugün nasıl bir yankısı olduğunu araştırıyorum.
Sol LeWitt, sanatçının öznelliğinin silindiği, işin anlamının sanat izleyicisinin algısına bağlı olduğu bir anlayış öne sürmüştü. Bu sizin sanatınız için de belirleyici mi?
Hayır. Sol LeWitt, algıladığın şeyin gördüğünden ibaret olduğunu söyleyen 20’nci yüzyıl sonu ABD sanatına ait bir isim. Ki bence hiç öyle değil. Benim işim tam tersi, bir oyun. İşin özüne ulaşmak için katman katman inmeniz gerekiyor. Son üç yıldır kafamı meşgul eden bir şeyler var. Düşünce biçimimin kökenlerine inmeye çalışıyorum. Genelde kavramsal sanata ait kabul edilirim. Ki sevmediğim bir tanımdır bu. Çünkü tüm sanat kavramsaldır bana göre. İşte bunu araştırırken, kavramsal sanatın özüne indim ve Sol LeWitt’e odaklandım. Çünkü kavramsal sanat tanımını ilk kullanan Sol LeWitt. Bu konudaki ilk sözleri de kavramsal sanatçıların mistik olduğu… Aynı dönemde Claes Oldenburg, manifestosunda sanatın hem erotik, hem politik hem de mistik olması gerektiğini yazdı. Ben de bunu sanatta tekrar gündeme getirmek istedim, bir anlamda kendi manifestomu yazdım.
‘Cennetten Ateşi Çalmak’, 7 Temmuz’a kadar Galerist’te.