Anadolu Gençlik Derneği, Ayasofya'nın önünde namaz kılarak cami olmasını istedi.
1935’ten beri müze statüsünde olan Ayasofya’nın ibadete açılması talebi yeni değil. Soru, bu talebi karşılamaya ne kadar yakın olduğumuz
Başlığını görenlerin bir bölümü soruyu yadırgayabilir ve “Orası zaten cami” diyebilir. Tıpkı geçtiğimiz Cumartesi, Anadolu Gençlik Derneği’nin (AGD) organizasyonunda, “Zincirler kırılsın Ayasofya açılsın” diyerek önünde secde duran binlerce kişi gibi.
Ayasofya’nın onlar için ne ifade ettiğini soruyorum. “Burası açılmadan Türkiye ‘deki Müslümanlar zillet içinde” diyor 60 yaşlarındaki biri. “Buna bir yapı mı neden oluyor” diye soruyorum. “Maddesel bakma” diye cevaplıyor bir diğeri araya girerek: ” İstanbul ‘u Müslümanlığa armağan eden Fatih’in vakfiyesi Ayasofya. Ben onun emaneti olarak görüyorum.”
AGD Genel Başkanı Salih Turhan meydanı dolduranların bu ortak hissiyatını kürsüden doğruluyor: “Ayasofya ne taş, ne binadır” diye sesleniyor. Ve ekliyor: “Ayasofya, üzerinde yaşadığımız bu diyarın İslam beldesi olduğunun sembolüdür.”
Ne taş, ne de bina
Doğru; Ayasofya ne taş ne de binadır. Dini inancı olsun ya da olmasın, yeryüzünde Ayasofya’nın varlığından haberdar biri de bu eserin sembolik anlamını görmezlikten gelmeyecektir. Ama “üzerinde yaşadığımız bu diyarın geçmişi”nin 1453’ten çok daha köklü olduğunu idrak eden biri, onu sadece ” İslam beldesi sembolü” olarak görmeyebilir. Bunun için sizin kadar haklı nedenleri vardır. Tarihin ilk Hıristiyan hanedanlığının, imparatorlarının taç giyme merasimlerini ağırlayacak kadar önemli kilisesini, Hıristiyanlığın sembolü olarak görebilir. Bizans İmparatoru Justinyen 6. yüzyılda bu eseri yaptırırken -tıpkı bugün Başbakan Erdoğan ‘ın “Çamlıca’nın tepesine İstanbul’un her yerinden görünecek bir cami yaptıracağız” dediği gibi- kentin yedi tepesini Hıristiyanlığın gölgesi altına almak istemiş de olabilir. Fakat eminim, dini yapıların sembolik anlamını görmekle birlikte birbiriyle yarıştırılmalarını, bizzat inancın kendisine ve ortak yaşama kültürüne haksızlık olarak gören bir kitle de vardır.
Binlere seslenen Salih Turhan “Ayasofya’nın kıyamete kadar cami olarak kalması, büyük bir dua ve beklentimizdir” diyor. Şu örnekleri veriyor: “Sümela Manastırı’nda 88 yıl sonra ilk kez ayin yapılmasına müsaade eden, 3 trilyonluk bütçeyle Van Akdamar Kilisesi’ni restore eden hükümetimiz, 78 yıldır Kur’an’a hasret bulunan Ayasofya’yı ibadete açmalıdır. Bu ülkenin azınlıklarına gösterilen hoşgörü ve özgürlük ülkemizin kahir ekseriyetini oluşturan Müslümanlardan esirgenemez.” “Azınlıklar”, bu isimlendirmeden başlayarak kendilerine ne kadar hoşgörü gösterildiğini kendisi ifade edebilir. Ama Turhan’ın verdiği örnekler de sorunlu. Çünkü Sümela bir manastır değil, Kültür Bakanlığı’na bağlı ören yeri. Ahtamar bir kilise değil, yine aynı bakanlığa bağlı müze. Devlet bin yılı deviren bu yapıları dini işlevini yerine getirsin diye değil, bir kültür mirası olarak gördüğü için –geç de olsa- onarıyor. Böyle olmasa sayısı iki elin parmağını geçmeyen “azınlık” temsilcileri, doğdukları ve yaşadıkları topraklarda ve aslen kendilerine ait mekanlarda 90 yıl sonra, senede bir gün ayin için devletin kapısını yıllarca aşındırmazdı. Diğer taraftan “müzede dini ritüel” özgürlüğünden Ayasofya Müzesi’nin de faydalanmadığını söylemek mümkün değil. Bakınız İstanbul ‘un Fethi’nin 559. yılı kutlamalarında Ayasofya Müzesi’nde okunan ve TRT’nin canlı yayınladığı ezan…
İbadethanede müze korkusu
Ayasofya’nın ibadete açılması talebi neredeyse ibadete kapanmasıyla (1935) yaşıt. Peki bu talebin karşılık bulma olasılığı arttı mı? İbadethane/müze ikilemini nasıl yaşadığımıza dair yakın zamana ait örneklere bakalım.
İznik Ayasofya Müzesi cami işlevi verilerek 6 Kasım 2011’de ibadete açıldı. Orijinal yapı, Hıristiyan aleminin en önemli kiliselerinden biriydi. 325’te İmparator Konstantin, Hıristiyanlığın ilkelerini belirleyecek ilk konsili burada toplamıştı örneğin. İznik’in 1331’de Orhan Gazi tarafından alınmasından sonra camiye çevrildi. Cumhuriyet döneminde haraptı ve dini işlevi yoktu. Vakıflar Genel Müdürlüğü, hem vakfiyesinde hem de tapu kaydında camii olarak görünmesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “tekrar cami olarak ibadete açılması” talebini gerekçe göstererek müzeyi ibadete açtı. Oysa Kültür Bakanlığı’nın sitesinde hâlâ anıt-müze olarak görünüyordu. Bakanlığına bağlı müzenin nasıl camiye dönüştürüldüğünü Ertuğrul Günay’a sorduğumda “İnceleyemedim, bu konuda konuşmak istemiyorum” cevabı aldım. Günay, bu konuda başka bir yerde de konuşmadı.
İnceleyemedim!
İkinci örnek, 526’da inşa edilen ve 1497’de camiye çevrilen İstanbul ‘daki Küçük Ayasofya (Sergios ve Bachos Kilisesi). Cami, 2002’de restorasyona alındı. Restorasyon Osmanlı döneminde doldurulan zemininde, Geç Antik çağa ait yapının nasıl olup da 1500 yıldır ayakta durduğuna dair, bilimin yıllardır peşinde olduğu bulgular ortaya çıkardı. İhaleyi alan müteahhit ve İstanbul Belediyesi araştırmaya izin vermediği gibi, yapının geleceğini tehlikeye atacak bir uygulamada ısrar etti. Restoratör ve bilim kurulu, 2005’te işi bıraktı. Araştırmaya “ya Ayasofya gibi müze yapılırsa” endişesinin engel olduğunu söyledi.
Üçüncü ve en güncel örnek Karaköy’deki Arap Camii. 1476’ya kadar Cenova kilisesi olan yapının iç sıvaları 1999’daki depremde dökülünce ortaya duvar resimleri çıktı. 2010’da başlayan restorasyonda bu resimlerin, yedi metreye yayılan fresko ve mozaikler olduğu anlaşıldı. Bilim insanlarına göre bu betimlemeler, 15. yüzyılda başlayan Rönesans hareketinin, bir yüzyıl önce İstanbul ‘da atılan ilk adımları olabilecek kadar önemliydi. Ama üzerleri yine sıvayla kapatıldı. NTV Tarih dergisine göre (Nisan 2012) resimlerin sıvanmasında iki şey etkili oldu: Orijinal yapının bir cami olduğu efsanesini sürdürme isteği ve “cami müze yapılacak” söylentileri. Günay, Mart ayında gazetecilerin bu konuyla ilgili sorusuna “İnceleyemedim. Yakın bir gelecekte bölgeye beraberce gideriz” cevabı verdi. O yakın gelecek geçmişte kaldı çünkü Başkakan Erdoğan 30 Mayıs’ta, “Arap Camii’ni önümüzdeki günlerde açıyoruz” dedi. Ayasofya’nın ibadete açılması olasılığını güçlendiren en önemli veri, temsilini Günay’da bulan sessizlik. Kültür Bakanı’nın kendi sorumluluğu altındaki bir müzeye tekrar dini işlev kazandırılmasını ya da Rönesans’ı başlattığı iddia edilen freskoların –depremle- keşfedilip sonra kapatılmasını sessizlikle karşılamasını endişeyle izliyorum.
1 Yorum
Ayasofya, 1453’ten beri cami değil mi? Fatih Sultan Mehmet Vakfı tapulusu olan yapı, bir süre müze de olsa, aslına rücu edecektir herhalde. Hem ibadetle şenlenecek, hem de bedava gezilebilecek. Bayramları bir başka, cumaları bir başka olacak…Nesi kötü bunun?