2. Dünya Savaşı'ndan bu yana dünya üzerinde mülteci sayısının en yüksek sayıya ulaştığı günümüzde mimarlığı tartışan Studio X, dün Lilet Breddels'ı ağırladı.
Lilet Breddels Amsterdam’da çalışan bir mimarlık tarihçisi, aynı zamanda Archis‘in kurucusu ve Volume Dergisi’nin yayıncısı.
Dün “Bitmeyen Sınırlar: Barınak, Kamp, Şehir ve Devlet” atölyeler dizisi kapsamında konuşmaya “mimarlık”ın karanlık yüzüyle başlayan Breddels, öncelikle mimarlığın tehlikeli gücünden bahsetti. Ortak bir deneyimi destekleyen ve aidiyet duygusunu pekiştiren mimarlık, aslında gerçekleştirildiği dilin diğer faktörlerle birleşmesiyle ne yazık ki savaşlara neden olabilecek büyük bir güce sahip. Örneğin barışı sağlamak adına savaşın ortasına yapılan bir bina bile tüm pratikliğiyle başka bir gerçekliği yansıtıyor ve başka bir amaca hizmet ediyor.
Breddels bu noktada “mimarlık”ın masumiyetini hatırlatıyor ve bu özelliğini ortaya çıkarmak, başarılı bir sonuca ulaşmak için mimarlara bir kurtuluş haritası çiziyor:
Breddels “Cezaevi yapılmalı mı?” gibi siyah-beyaz sorulara cevap aramadıklarını ama bir mimarın herhangi bir projeye başlamadan önce “Nasıl bir proje?”, “Kimin için yapılacak?”, “Para nereden geliyor?”, “Hangi bağlamda yapılması planlanıyor?” gibi soruları kendisi ve dünyadaki barışın sürdürülmesi için sorması gerektiğini söylüyor.
Sunumunu Afganistan’dan Kabul’de savaş sonrası yenilenen bir park ile bitirdi Breddels. Hastane ya da konutlar kadar aciliyeti yokmuş gibi duran bir parkın yenilenmesi aslında hem yakınlarda yaşayan halkı istihdam ederken, hem de halkın kamusal yaşamlarını, ortak deneyimlerini destekliyor, savaş sonrası yaşamlarının geleceğine dair ipuçları taşıyarak bir güven duygusu veriyor.
Breddels’ın dediği gibi, dünya barışına hizmet ediyor.