Güncel sanatçı Borga Kantürk, kendi 'Hasta Bina' deneyimlerinden yola çıkarak 'Hasta ile Bina' adını taşıyan bir sergi açtı.
Kantürk’le buluştuk, NON’da yer alan sergisini ve ‘ofis canlısı’nı konuştuk.
Bir sanatçı olarak, daha çok beyaz yakalıların hayatıyla ilişkili hasta bina sendromu nasıl ilginizi çekti?
Aslında bunun beyaz yakalıların sorunu olduğu düşüncesi yanlış… Sadece o alanın insanlarının yakalandığı hastalıklar olarak sunulduğu için biz böyle biliyoruz. Aslında ofis veya eski devlet dairelerinin çalışanları, orta sınıf, memur kökenli gelenekten gelen insanların bir sorunu. Bu sorun ilgimi çekti çünkü hem sanatçı olarak yaşıyorum hem de bir akademisyen olarak devlet kurumunda çalışıyorum. Zaten bu tarz bir bina ve o bina içerisinde takıntılar yapabileceğim çeşitli sorunlarla karşılaşıyorum. Kendi üzerimden de tecrübe edebildiğim için ilgimi çekti. Binanın hasta olma fikrine Dünya Sağlık Örgütü ‘nün işaret etmesi de çok mutlu etti beni.
Sergide sağlık ve eğitim kurumları odakta. Eğitim kurumlarını ele almanız da işin ‘otoportre’ kısmı mı?
Temel sorun biraz mimariyle de ilişkili. İnsanların günümüzde ofis veya büyük bir bina içerisinde belirgin bir mesai saati dahilinde bilgisayar başında bir şeyleri halledip evrak doldurdukları ve zamanı bu şekilde doldurdukları bir süreç yaşıyoruz. Bu süreçle ilişkili ortaya çıkan stres ve anksiyete problemleri psikolojik. Ama psikolojinin yanı sıra fiziksel arızalar, eklem ağrıları, romatizmalar da söz konusu. İnsanları ofis canlısı durumuna getiren bir süreç var. Eğitim kurumlarında da, büyük bir işletmede de, küçük bir ofiste de insanı bu tempoya adapte eden bir süreç var. Mimari olarak da Türkiye ‘de binaların insanların işlevselliğine göre tasarlanmaması ve tek tip yapıları problemdi. Benim yola çıktığım binalardan biri hastane, diğeri ise güzel sanatlar fakültesi olarak tasarlanmış.
Dokuz Eylül Üniversitesi mi?
Evet ama bu işlev sorunu İzmir’le, çeşitli devlet binalarıyla ilgili bir sorun değil sadece. Tamamen modern mimariyle beraber Türkiye’de giderek tektipleşen ve kabalaşan bir inşaat sektörünün ortaya çıkmasıyla da ilgili. Bu, bir çeşit tipolojiyi eleştiriyor. Veya o tipolojiyle ilişkili yaşam formatını nasıl görebiliriz, oradaki yaşama nasıl tanık olabiliriz, o yaşamın içinde bir şeylere maruz kalan insanları nasıl deneyimleyebiliriz üzerine bir kurgu.
Bu tektipleştirmeyle Cumhuriyet arasında bir bağlantı var mı?
Daha çok mimari deneyimsizlikle de ilişkili biraz. İnşaat bazlı düşünmekle, insanlara bir çeşit tasnif uygulamakla, Amerikan site yaşantısıyla da ilişkili. Yani site kurmak, sitedeki daireleri, ofisleri aynı şekilde kodlamak ve bu aynı şekilde kodlanan yere okulu da yerleştirmek gibi bir şey. Adacıklar üretmek gibi… Bunu ben bazen uzay gemisi içinde bir kara delikte kaybolmak ve o kara delikte yaşamakla ilişkilendiriyorum. O binanın çalışanlarının bir mürettabat gibi o binanın yarattığı çeşitli halüsinasyonlarla karşılaşmalarıyla ilişkili. Tasnif edilmesi gereken çalışan insan sayısı çok fazla Türkiye’de, çok kalabalık bir ülke… O yüzden o insanları tasnif edecek tek şey inşaat görünüyor. Yeni sermayenin en yüklendiği noktalar da inşaat, yükselmek, gökdelen kültürüyle alakalı. 90’lardan sonra da modern veya güncel mimarinin tam net bir kaygı güdülerek yapıldığı bir süreç söz konusu… Belirli kodlara göre insanları tasnif edebilecekleri işletmeler tasarlıyorlar. İnsan işgücü olarak değerlendiriliyor, o işgücünün çalışabileceği zamanlar oranlanıp ona göre insanlar tasnif ediliyor. Yani daha az ve güçlü patronlar, daha çok çalışan gibi bir dinamiğe kadar gidebiliyor.
Ofis canlısı deyince nasıl bir resim geliyor aklınıza?
Vakit öldürme fikri geliyor aklıma. Devlet dairelerinde, özellikle bürokrasinin işlediği alanlarda, o bürokrasinin işlemesi adına insanlar belirgin konumlara, kendi iş tanımları harici yerlere yerleştiriliyor. Bu akademide, sanat eğitiminde aşırı kırılmalara uğrayan bir şey… Özellikle tasnif edilebilme adına… Bu en son yaşanan Bologna süreci de bunun bir parçası. Sanatla ilgili bir kişinin daha deneysel, sınırları tam tasnif edilememiş yapısı karşısına memur tipolojisi bir kod konunca o kod da sadece yapılan iş hacmini tanımlayan ve o zaman içerisinde orada bulunan insana karşılık gelen bir şey ortaya çıkartıyor. Bu da o ortam içerisinde vaktin nasıl geçirildiğinin çok da önemli olmadığı, o kodu doldurabilecek şekilde orada bulunmanın bazen bir çalışan olmaya yettiği bir noktaya geliyor. Bu da çalışan alanın içeriğini boşaltıyor bir şekilde.
Zaha Hadid, Rem Koolhaas gibi mimarlar neredeyse güncel sanatçı refleksleriyle anıtsal binalar tasarlıyorlar. Hasta bina açısından bakınca bu nasıl bir yerde?
Bunun daha toplumsallaştırılması lazım. Bir binayı bir heykel olarak göstermeyen bir algı veya network, o binanın işlevselliği ve insanların yaşayabileceği bir alan olarak varolması gerekiyor. En büyük handikap bu mimarların yaptıklarını işlevsellikten yoksunlaştırması ve bizim anıtsallaştırıcı sermaye ve sanat ilişkisiyle ortaklığı. Zaha Hadid imzasını veya bir binayı değil ama bir anıt görüyorsunuz orada. Bunun işlevselliğini sorgulamak daha önemli geliyor. Mesela Shigeru Ban’ın sosyal konut projeleri var. O yönelimde bir şeyler daha etkileyici. Makro ölçekli çok büyük anıtsal bir yapıdansa küçük parçaları organize eden ve bu organizasyonu site yaşantısı gibi tek parça tektipleştirmeden yapan bir sistem bir çözüm olabilir gibi…
TOKİ, kentsel dönüşüm gibi meseleler yüzünden hasta bina sendromunu bürokrasinin sınırlarından da çıkartıp iş dışı hayatı da etkilemeye mi başladı?
Birikim dergisinin çok güzel bir kapağı vardı, ‘İnşaat Ya Resulullah’ diye… Türkiye’de yaşanan durum bir çeşit aşırı mimarinin insan yaşantısını fazlasıyla etkilemesi… Tasnif sorunu, her zaman Türkiye tarihinde olan bir şey. İnsanları bir yerden diğerine tasnif eden bir sistem var. Şimdiki ise daha parayla ilişkili. Ve bu da politika açısından en acımasızı. Fakiri tasnif dışı bırakabilecek ve sadece parası olanı belirli konumlara, mekânlara yerleştirebilecek bir politika güdülüyor. Paranın nereden geldiği ve ne amaçla kullanıldığı önemsenmediği için içeriksizleşen bir yönü var bunun da…
‘Hasta ile Bina’, 3 Kasım’a kadar NON’da görülebilir.
Meseleye durduğum yerden bakıyorum
Önceki röportajlarınızda “Ota sınıftan bir sanatçıyım” diyorsunuz. Bu sergide işlenenler de onunla bağlantılı galiba...
Ben başkalarının acısına bakmayı bir laboratuvar olarak ele alma fikrini çok da sevmiyorum. Kendi konumuma, durduğum yere ve orada muhatap olduklarımla birlikte gelir düzeyime yakın insanlar, kendi kuşağıma yakın meseleler üzerinden bir söz söyleme hakkı inşa etmek istiyorum. Bir ofis çalışanının sürekli hapşırıp aksıran veya kronik depresyondan mustarip bir çalışma arkadaşının olma olasılığı yüzde kaç acaba? Sigara-kahve molalarının, arada bir yapılabilen iş dışı sohbetlerin de kâr etmediği ‘Hasta Bina Sendromu’, Dünya Sağlık Örgütü’nce adı konulmadan önce de çoğunluğun malumuydu. Aynı zamanda Dokuz Eylül Üniversitesi’nde akademisyen olarak görev yapan güncel sanatçı Borga Kantürk, kendi ‘Hasta Bina’ deneyimlerinden, ‘Hasta ile Bina’ adını taşıyan bir sergi çıkarttı ortaya. Referans noktalarına akademisyenlik, memurluk ve sanatçılık arasındaki kan uyuşmazlığını, bürokrasinin boğuculuğu deyince ilk akla gelecek Kafka gibi isimleri yerleştiren Kantürk’ün sergisine, modern mimarinin en eğlenceli ‘kurbanlarından’ komedyen Jacques Tati’nin iyimserliği de bir şekilde giriyor. Kantürk’le buluştuk, sergisini konuştuk.