1720 senesinde Fransa'ya elçi olarak gönderilen 28 Mehmed Çelebi'nin tatlı üslubu ile yazdığı eğlenceli seyahatnamesinin bir bölümünü beğeninize sunuyoruz.
Sanat tarihi literatüründe genel olarak kabul gördüğü üzere Osmanlı mimarisinin Avrupa etkilerine açılması ve Avrupa mimarisi motiflerinin kullanılmaya başlaması 28 Mehmed Çelebi’nin elçi olarak görevlendirilmesiyle, 1720-21 tarihleri arasındaki Fransa ziyareti ile başlar.
III. Ahmed’in saltanat yıllarında elçi olarak, büyük bir kafile ile Fransa’ya gönderilen Çelebi, Fransa’yı ziyareti sırasında gördüğü teknik gelişmeleri, şehrin dokusunu, sosyal hayatını betimlerken, ayrıca saray ve bahçelere detaylı olarak yer veriyor. XV. Louis ve saray çevresi tarafından büyük bir merasim ile karşılanan Çelebi, kent halkı tarafından da büyük bir ilgi ve merak ile karşılanır. Tüm gezisini bir sefaretnamede toplayan elçi, yaklaşık beş ay boyunca kaldığı Paris’i, şehir ve çevresindeki yapıları, saray düzenlemelerini, bu binalara karşı büyük bir şaşkınlık beslediğini anladığımız bir üslupla dile getiriyor, gözlemlerini kelimelerle ifade etmekte güçlük çekiyor.
Gezisi sonrasında sefaretnamesini Sultan’a sunan Çelebi’nin, aynı zamanda beraberinde Versailles Sarayı gibi bir takım yapıların çizimlerini de getirdiği düşünülmektedir. Böylece devletin üst düzeydeki kişiler bu gözlemlerden etkilenmiş ve Çelebi’nin gezisi Bayrampaşa Deresi’nin bir kanal içerisine alınmasıyla oluşturulan, Avrupa etkilerinin ilk olarak görülmeye başlandığı düzenlemelerden Kağıthane yerleşkesine öncülük etmiştir.
28 Mehmed Çelebi, sırasıyla Saint-Cloud, Meudon, Versailles, Trianon ve Marly saraylarını gezmiş ve gözlemlerini ve saray düzenlemelerine hayranlığını genel olarak şöyle aktarmıştır:
“…hep iki tarafında dümdüz ulu ağaçlar dikilmiş yollardan geçtik, saraya vardık. Öyle güzel bir tertip temaşa eyledik ki tabir olunmaz. Odalarını birer birer seyir ve temaşa ettik. Sırma ile işlenmiş seccadelerle süslü, bir sürü görülmemiş, ufak tefek kıymetli şeyler konmuş… Ondan sonra bahçe seyrine gittik. Evvela bir havuza geldik. Etrafı ulu ağaçlarla çevrili idi. Havuzun ortasında bir fıskiyesi mızraktan kalın su fışkırtır. Sual eyledim: Yüzelli kademe fırlarmış. (…) Bu fıskiyenin dünya diyarda benzeri yok diye haber verdiler.
Ve bir havuz daha gördük ki yokuştan inişe doğru, nakışlı mermerlerden merdivenler etmişler. Su akdıkça basamaklar örtülmesiyle yekpare sudan merdiven gibi görünür. Yer yer fıskiyeler koymuşlar, ejder ağızları koymuşlar. Öyle bir halde akar ki, seyretmesi insanı şaşırtırdı.
Her tarafa ağaçlar dikip birbirine bağlanan sokaklar yapmışlar. Her sokakta giderken ikişer tarafı mızrak boyunca yeşil divar idi ki aralarında hiç fark olmayup, saplar öyle birbirine sarılmış ki güya yekpare görünürdü.
“Bir saray temaşa ettik ki, vasfı bir veçhile mümkün değil. Kısacası, sarayın mevkii bir yüksek yerde olmağla cümle Paris şehrini temaşa ederdi. Gayet hoş makam idi.”
“Akşama yakın geldik. Gönüllere ferahlık veren bir saray ve canlara deva olan acaip düzen müşade olundu ki güzellikleri dil ile anlatılmaz.
(…) Önce bir mahalle gördüler ki, güya başka bir daire. Birbirine uygun ağaçlarla dolu bir koru. Bunların arasında düz sokaklar etmişler ki, cümlesi birbirine bağlı ve bunların her birleştiği yerde bir şadırvan ile bir havuz yapmışlar ve her bir şadırvanı da bir başka hayvan şeklinde tunçtan resmetmişler; su anlardan fışkırır.
Bütün o koru içinde otuzdokuz adet şadırvan var ki, her biri Hümayunname hikayelerinden bir hikayeyi anlatmak üzere konmuşlar ve hangi hikaye olduğunu bir levha üzerine kazup şekiller üzerie yerleştirmişler.
Andan sonra bir yere daha geldik ki, otuz iki sütun üzre, otuz iki kemer etmişler ve her kemer altına bir fıskiye koymuşlar; parmak kalınlığında fışkırır.
Andan sonra, bir büyük havuza daha geldik ki, ortasına ikiyüz otuzbeş fıskiye koymuşlar. (…)
Andan sonra, bir büyük havuza daha geldik ki, etrafı iki kat somaki mermerden ustaca yapılmış bir trabzan ile çevrilmiş ve iki tarafına renkli mermerden iki köşk yapılmış. (…)
Andan sonra bir geniş mahalle geldik. Havuzun büyüklüğü bütün gördüklerimizden fazla idi. (…)
Bir büyük havuz daha gördük ki, ortasında şadırvanı bir köşk kadar var. Etrafında yüzden fazla tunçtan yapılmış acaip hayvan var. Her biri öyle bir hendese (geometri) ile konmuş ki, sular fışkırdığı zaman bir latif manzara hasıl olur, temaşası gamlara devadır, gönüllere ferahlık verir.
Bunlara benzer daha nice havuzlar ve şadırvanlar var ki, her birinde bir başka sanat göstermişler, ki biri bir gayri bahçede görülmemiştir ve bu kadar havuzun ayaklarından bir nehir meydana gelmiş ve bu nehri haç şekline sokmuşlar. Bir sürü kayık var.
Ve Divanhanesinin iki tarafına gayet ala somakiden sanatla işlenmiş büyük kavanozlar dikmişler ve arkandan büyü kayalar koymuşlar ve görülmedik makbul ve muteber taşlardan çiçeklikler ile süslenmiş. Bir yanı pencerelerle bahçeye bakar ve bir tarafına boydan boya ayna konmuş ki Divanhane tekrar aynaya aksedüp gayet geniş görünür. Her ne tarafında ayağa kalkılsa bahçe seyrolunur. Öyle usta işi odalar var ki tabir olunmaz.
Bunlar, odalarının duvarlarını, küçük halılar ile ve bazı mahsus kilimler ile vaya kadife ve kumaşlar ile örterler.
Hususa Kralın iki yatağını gördük. Gayet kıymetli ve son derece ustaca işlenmiş idi. Ve bir saat gördük ki (…)”
“Bunun tertip tarzı kendine mahsus olup üçer, dörder kat bina ederlerken, bunu yalnız bir kat bina etmişler. Bahçesi dahi öyle tanzim olunmuş ki, tabiri mümkin değil. Bunda daha türlü türlü fıskiyeler ve şadırvanlar etmişler ki anlatılamaz”.
“Öyle süslü bir keyif yeri müşahede olunmuştur ki misli yok. Bahçesinin tertip tarzı bence hepsine tercih olunur. Burada bulunan birbirine sarılmış ağaçları hiçbir yerde görmedik. Mesela iki tarafta olan ağaçların dallarını birbirine öyle asmışlar ki, bir yeşil yüksek kemer peyda olmuş…
Ve ağaçlardan kapusuyla ve dehliziyle odalar yapmışlar. Yeşil yaprak ile örtülmüş ağaçları türlü türlü şekillere komuşlar. Öyle tertip etmişler ki, seyir eden de tabiatıyla ferahlık neş’e müşahede olunur.
Bunlardan başka, sarayın karşısında, tepeye doğru yetmiş iki ayak beyaz mermerden yapılmış bir merdiven etmişler. On adam yanyana çıkabilir. Ve iki yanına beş on basamakta bir fıskiye dizmişler. Bu merdiven büyük bir havuz içine inmiş. Suları akmağa başladıkta bir hendese ile akar ki ol azim merdiven, yekpare billur camdan yapılmış zannolunur…
Başka bir mahalde dahi, yirmibeş ayak merdiven etmişler. Etrafında fıskiyeleri var…
Bir yerde dahi, adam boyunca beyaz mermerden bir şadırvan etmişler. Üstü düz ve o düzlük üzerine bir put oturtulmuş. Su feveran ettikte put ile düzlük arasında olan yarıklardan bütün su çıkakla ol şadırvan anı kaplayıp yekpare bir tepe camı gibi görünür…
Daha nice havuz ve şadırvan var ki benzeri yoktur…”
Bunların ışığında Fransa’da Yirmisekiz Mehmed Çelebi’yi mimari açıdan en çok etkilendiği öğeler içerisinde “Dünya müminlerinin hapishanesi, kafirlerin cenneti” diyerek tanımladığı bahçelerin ölçeği ve sistematik bir şekilde düzenlenişi, peyzaj düzenlemelerindeki su unsurunun oynadığı önemli rol ve sarayların dekorasyonundaki zenginlik ve görkemi dile getirebiliriz. Çelebi bu etkilendiği öğeleri ise sefaretnamesinde kendi üslubu doğrultusunda aktararak, sık sık “bir sanat etmişler ki, seyretmeğe ve nakletmeye değer” veya “öyle usta işi odalar var ki tabir olunmaz” gibi tabirlere yer veriyor. Bu tip tabirleri kullanıp, sistematik bir ifade biçimi kullanamaması ise gözlemlediği tasarım öğelerinin kendi kavramlaştırma olanaklarını aştığı şeklinde yorumlanabilir.
Kaynaklar:
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa Seyahatnamesi (Sefaretnamei Mehmet Çelebi), 1970, Tarih Mecmuası Yayınları, İstanbul.
Arel, Ayda, Onsekizinci Yüzyıl İstanbul Mimarisinde Batılılaşma Süreci, 1975, İTÜ Mimarlık Fakültesi Baskı Atölyesi, İstanbul.