Dünya nufusunun %50'den fazlası şehirlerde yaşıyor. 2050 olmadan bu oranın %70 olması bekleniyor. Peki aşırı şehirleşme ve beklenen bu yoğunluk artışıyla geleceğimizin şehirleri nasıl olacak?
Gelecek tahminleri her zaman popüler bir konu oldu. Filmler hayatımıza girdikten sonra, gelecek tahminlerinin filmler üzerinden yapılmaya başlaması da çok uzun sürmedi. Son dönemlerde bilim kurgu filmlerini izleyen çoğu izleyici teknolojinin ne kadar gelişeceğinin, robotların, yapay zekanın, uçan arabaların izlerini arıyor. Peki bilim kurgu filmleri geleceği hayal ederken mimarlığı, şehirleri, şehirdeki hayatı nasıl hayal ediyor?
Filmin hangi yılda geçtiğini bilmesek de Spike Jonze (filmin yazar ve yönetmeni), filmi zamansız olduğunu ve yakın gelecekte geçtiğini söylüyor. Günümüzden çok da farklı görünmeyen şehirde asıl dikkat çeken yapılar değil. Alıştığımız yoğun şehir sesi yerine filme daha sakin bir arka plan sesi hakim. Aynı şekilde gelecekten beklediğimiz nufustaki yoğunluk yerine, daha az insan, daha fazla sakinlik var. Şehirde hayat ise bazı açılardan günümüze benzese de, filmde acele eden, işe yetişmeye çalışan birini görmek zor.
2154 yılında, artan nufus, hastalık ve kaynakların azlığıyla, toplumun zengin kesimi Elysium isimli insan yapımı bir uzay istasyonuna taşınıyor, geri kalan nufus ise uçsuz bucaksız yapılaşmış, kirlenmiş şehirlerden oluşan yeryüzünde yaşıyor. Filmde iç mekanlarda ise uyum aranmaksızın sadece ihtiyaca dayalı, eski mobilyalar var.
2077’de geçen filmde, Ay’da oluşan hasardan sonra ortaya çıkan deprem, tsunami gibi doğal afet zinciriyle dünya nufusunun neredeyse tamamını ve mimarisini kaybeder. Filmde harabe olmayan tek yapı ise yeryüzünden kilometrelerce yükseklikte, 2 kişi için tasarlanmış, kendi havaalanı olan bir konut.
Film neredeyse 600 yılı kapsasa da, şehir görüntüsü 2144 yılından. Yoğun, yüksek yapılı ve hala yapılaşmaya devam eden bir şehir görüyoruz. Ama her şeye rağmen arada sıkışıp kalmış, değişime uğrasa da geleneksel kimliğini korumaya çalışmış yapılar görmek de mümkün.
2092 yılında New York, artık yeni adıyla “New New York”. Şehrin kendisi gibi iç mekanlar da olduça aydınlık, şehirdeki açık gri hava iç mekanlarda mümkün olduğunca sade ve beyaz.
2027 yılında geçen film de, şehirlerde kaos hakim. İnsanlardaki boşvermişlik duygusuyla oluşmuş kirli bir şehir görüyoruz. Mülteci kampları, terkedilmiş görünümlü yapıları, asker ve polislerle filmde savaş alanı denebilecek mekanlar oldukça fazla.
23. yüzyılın binaları yükseldikçe, gökyüzünde ayrı katmanlar oluşmaya başlamış, yapılar arasındaki geçitler, pencerelere takılmış gibi duran vale hizmetleri gibi. Gökyüzündeki yoğun araba trafiğine ek olarak, restoranların araba servisleri de yapıların üst katlarına taşınmış.
2019 yılında Los Angeles’ta geçen filmde devasa bir şehirle karşılaşıyoruz. Reklam panolarının çokluğuyla günümüzün gelişmiş Uzak Doğu şehirlerini andırıyor. Çoğunlukla yağmurlu geceleriyle ve suç oranıyla oldukça kasvetli bir şehir.
Senaryoları ne kadar farklı olursa olsun, şehirler birbirlerinden çok da farklı durmuyor. Şehirler ve Sinema kitabının yazarı Barbara Mennel “Şehirlerin artık neredeyse ikonografik anlamları yok. Şehirlerin adının, karakterinin veya hikayeyle ilgisinin olmadığı filmleri daha çok görmeye başladık. Bir bakıma, yapımcı nerede olduklarının önemli olmadığını söylüyor.” diyor.
Dünyayı “yersiz” gibi gösteren filmler, Hollywood’daki yazar ve yönetmenlerin klişelerin daha güvenli olduğunu düşünüp risk almak istememelerinden, daha kolay yoldan para kazanma heveslerinden olabilir. Ama bu tek düzelik küreselleşmenin de bir çok etkisinden biri. Gün geçtikçe tarihinden ve kültüründen kopan şehirlerimiz yavaş yavaş birbirlerine benzemeye, “yersiz” olmaya başlıyor.
1 Yorum
farkettimde filmlerin çoğunda dikeylik mevcut ve doğru orantıyla insanlar azalıyor acaba neden ?