İlk günden beri Gezi Parkı için nöbette olan oyuncu Şebnem Sönmez, insanların gaza alıştığını ve bir korku eşiğinin aşıldığını söylüyor. Sönmez geleceğe dair umutlu: "Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak."
Gezi Parkı’nda inanılmaz bir kalabalığın arasında buluşuyoruz Şebnem Sönmez’le. Yıllardır filmlerden, tiyatrolardan tanıdığımız Sönmez on gündür süren Gezi Parkı eylemlerinin ön saflarında yer alıyor. Eylemin ilk gününden beri nöbette olan Sönmez kâh kurulan sahneden kalabalıklara sesleniyor, kah yaralanan eylemcilerle ilgilieniyor. Oyuncular Sendikası’nda da aktif görev alan Sönmez’le ‘Gezi Direnişi’ni ve yaşadıklarını konuştuk…
Ben ilk gün olan 27’sinden beri Gezi Parkı’ndayım. Taksim Dayanışma’yla birlikte yapılan toplantının ardından ben Oyuncular Sendikası’nın Genel Sekreteri olarak ağaçları korumak için nöbetleşe Gezi Parkı’nda bekleme kararı verdik. Benim nöbetim o gece saat üç gibi bitti. O sırada Ekümenopolis filmi izleniyordu, çadırlarımızla ortam yazlık bir kamp alanını andırıyordu. Saat dört buçukta polis müdahalesi başlamış. Hemen koşarak gelmeye çalıştığımda Sıraselviler girişi dumandan simsiyahtı. O sırada 120 kişiydik ve insanlar hayvanlarıyla birlikte gelmişlerdi. Devin Özgür Çınar ve ben alana ulaşmaya çalışırken gaz bombasının etkisiyle yarım saat bir yere sığındık. Ardından Gezi Parkı’na girebilmek için polisle konuştum. Onlara yolu açmaları gerektiğini, arkadaşlarımızın orada yardıma ihtiyaçları olabileceğini söylediğimde henüz çadırları yaktıklarını bilmiyordum.
Gezi parkının dört bir yanını kapatmışlardı. Polisle konuştuğumda amirleri olduğunu anladığım biri bana öyle bir söz söyledi ki bugün mahkemeye versem “Bana şunu söyledi” diye ifade edemem. Artık şiddetin bedenli hali nedir biliyorum, korku nedir onu da biliyorum. Bu benim hayatımda gerçekten korktuğum üçüncü andı. Ardından bir yol bulup içeri girdik, içerideki çocukları kurtarmaya çalıştık. Gezi direnişinin ilk günü benim için böyleydi. Bu olanlar bizim canımızı çok yaktı. O sırada birçok yaralımız vardı ve taksiler kabul etmedi.
Evet. Özellikle testislerinden darbe alan Hazar tam Gezi Oteli’nin önünde bekledi ve uzun süre hiçbir taksi almadı. Çünkü polis taksilere “geç geç” diyordu. Gezi Parkı’na döndüğümüzde bütün çadırların yakılmış olduğunu gördük, hayvanların debelenerek can verdiklerini gördük. İnsanlar olayların cuma günü başladığını zannediyor ama hayır öyle değil.
Bugün bu insan akınının sebebi o gün uygulanan orantısız şiddet …
Aslında ben buna katılmıyorum. Ana akım medya olayları hiçbir şekilde vermedi. Bu yüzden insanların haberi olmadı. Biz o günün ardından Taksim Dayanışma’yla birlikte daha çok insana ulaşmaya çalıştık. Ertesi gün bu alanda 12 bin kişilik bir kalabalıkla harika bir gece geçirdik. O an artık bu kadar kalabalık olduğumuz için müdahale edemezler diye düşündük. Ama çok romantikmişiz. O gün daha da sert bir müdahale oldu. Bu müdahaleler sırasında göstericilerden bir kişi bile eline bir taş alıp atmadı.
Faşizm. Pek çok polisle konuştum. Onlar yorulup mola verdiklerinde yanlarına gidiyordum. Benim en çok duyduğum laf: “Ablacığım biz emir kuluyuz.” Emniyet güçlerinde suç unsuru olan bir emri ‘reddi emir’ yapma hakkı vardır. Ben polislere bunu söylediğimde amirlerinden tehdit aldım. Polis karşısında silahlı, saldırgan bir grup olsa elbette müdahale eder. Ancak ağaçları korumaya çalışan, çadır kuran, film izleyen, şarkı söyleyen bir gruba bu şekilde müdahale ediyorsa bu meşru bir şiddet değildir. Bana göre şiddetin beslendiği yer korkudur. Şiddet gösteren kişi çok güçlü olduğu için değil çok güçsüz olduğu için şiddet gösteriyordur. Ancak şiddet gören korku sınırını bir kere aştı mı bir daha korkmaz ki. Bizim durumumuz da böyle oldu.
Tayyip Erdoğan çıktı “Oraya Topçu Kışlası da yapılacak, AVM de yapılacak, cami de yapılacak dedi. O gün bizim dikkatimizi çeken şey ‘çapulcu’ ve ‘marjinaller’ kelimelerini pek az kullanmasıydı. Artık onun kirpiğinin ucundan ne yapacağını anlıyoruz. Bütün bunlar Erdoğan’ın hata yaptığını anladığını gösteriyor.
Biz Başbakan Fas’a gitmeden önce bir basın toplantısı yaptık. Ana akım medyayı gazete ve kanal ismi vererek tek tek açıkladık ve kınadığımızı söyledik. Çünkü onlardan basın özgürlüğüne dair hiçbir şey görmedik. Medya çalışanlarına hiçbir sözüm yok, onlar da bizim gibiydi. Su yediler, gaz yediler. Hepimiz düştüğümüzde birbirimizi kaldırdık. Hepsinin yüzünde gördükleri şiddete dair bir acı ve bu kayıtların kullanılamayacağına dair de bir fikir vardı. Ancak medya patronları hiç iyi yapmadı. Bizim açıklamamızın ardından insanlar spontane olarak Habertürk binasına yürüdüler. Bunların hiçbiri planlı değil. Bu lidersiz bir sivil direniş hareketi.
Biz çekirdek bir aileydik. İki tane de çocukluk arkadaşım vardı. Biz üç aile birbirimizi çok severdik. İlhami Amca, Mehmet Amca ve babam Remzi Bey birbirinden çok farklı babalar oldukları için birbirinden çok farklı üç aile karakteri vardı. Her biri otoriterdi. Her birinin otorite biçimi o aileye farklı bir karakter verirdi. Söylemek istediğim şu: Eğer Türkiye büyük bir aileyse onun başındaki kişi halkın tutumunu belirler. Topluluklarda oluşan duygu ve algı komuta edene bağlıdır. Öğretmen örneğinden gidecek olursak, bir öğrenci benden korkarak da derse gelebilir, beni sevdiği için de gelebilir ya da dersten kaçmak isteyebilir. Kürtaja hayır diyorsun, alkolle ilgili bir düzenleme yapıyorsun, eğitimde düzenlemeler yapıyorsun, parklarla ilgili kararlar veriyorsun, tiyatrolarımı kapatıyorsun… E bana bir şey sormadın? Ama orası benim. Sivil diyalog olmaksızın sadece aldığınız bu kararları bildiriyorsunuz. Anlaşılmaz yasaklar var. Bütün bunlar insanlarda bir birikim yarattı.
Aynen öyle, 1 Mayıs’ta yetkililer Taksim Meydanı’nda çukur olduğu için ve emniyetimizden çok endişe ettikleri için gaz sıkarak bizi ‘korudular’. Burada bu günlerde 100 bin kişinin toplandığı oldu. Yine gaz yedik ama kimse o çukurlara düşmedi.
İnsanlar kimliksiz olarak kendilerini sokağa atıyorlar. Artık kimse birbirine “Sen kimsin?” diye sormuyor, “Gel yardım edeyim” diyor. Bu güzellik büyüdü ve büyüyecek. Eskiden beri Taksim’in özelliği her kesimden insanı barındırmasıydı. Taksim’de cami de yapılabilir, sinagog da yapılabilir, kilise de yapılabilir. Yeter ki biz ne istiyorsak o yapılsın. Ben kardeşimle babamın yanında kavga etmezdim. Çünkü babam kendi aranızda çözün derdi. Biz de burada kardeşler olarak birbirimize düşmeyeceğiz. Benim ondan, onun benden daha fazla değeri yok, bunu herkes bilsin artık.
Bir de bu eylemlerin eğlenceli bir yönü var. Her yer mizahi pankartlar ve yazılarla doldu. Ne düşünüyorsunuz?
Korku sınırı aşılırsa mizah ortaya çıkar. Ortaçağın ardından Rönesans dönemi gibi. Hatırlarsanız Rönesans’ta yüzlerce ressam vardı. Artık herkes ressam, herkes metin yazarı. Kendini ifade etme özgürlüğüne kavuştuğunuz anda yaratıcılık fışkırır. Korkunun olduğu yerde mizah olmaz. Demek ki gerçekten korku duygusu ortadan kalktı.
Bugün benim için üç önemli gün birleşmiş durumda. Birincisi doğum günüm, ikincisi Dünya Çevre Günü, bir yandan da kandil. Bu önemli günde tek isteğim Tanrı doğayı, yeşili, hayvanı, insanı ve aşkı seven herkesi korusun. Benim doğum günüm barış günü olsun. Biz birbirimizi çok seven insanlarız, bunu bu dokuz günde anladık. Birinin ayağı takılsa yedi kişi koşuyoruz. Günlerdir gittiğimiz hiçbir restoran, maske aldığımız eczaneler bir kuruş para almadı. İnanılmaz bir dayanışma görüyoruz. Bize dikte edilen yüzünden mutsuz yıllar geçirdiğimizi gördük. İstediğimizin de şu anda Gezi Parkı’ndaki gibi olan olduğunu gördük. Hangisini seçeceğiz? Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olacağını düşünmüyorum.