Çamlıca'ya cami yaptırma girişimi, bugün iktidarda olanın sadece muhafazakârlık olarak tanımlanmasının yanlış olduğunu gösteriyor.
Çamlıca’da çok büyük bir cami yapılması fikri ilk kimden çıktı bilmiyoruz ama bunu kamusal alanda ilk dile getiren Tayyip Erdoğan oldu. Bir öneri olarak bile değil, kararı verilmiş, projesi yapılmış ve altyapı çalışmaları başlamış bir girişim olarak bunu sundu. Sadece Çamlıca Tepesi’ne bir cami yapılacağını değil, bunun dünyanın sayılı büyük (en büyük?) camilerinden olacağını da ima etti.
Söylediğinde bir tek eksik nokta vardı. Onu da kendisinin söylemesinin uygun olmayacağını elbette biliyordu. Eksik kalan o bilgi, İstanbul’a Asya yakasından tepeden bakacak ve dünyanın en büyük camilerinden biri olacağı fısıldanan bu caminin adının hemen olmasa da muhtemelen bir zaman sonra ‘Recep Tayyip Erdoğan Camii’ olacağı idi. Camiler genellikle onları yaptıranların ismini taşır. TOKİ’nin muhtemelen inşa edeceği bu caminin finansmanının kamu kaynaklarından mı yoksa özel kaynaklardan mı karşılanacağını bilmiyoruz. Belki Tayyip Erdoğan’ın kendisi de finansmanına katılır.
Sorun elbette yapılacak caminin adının ne olacağı değil. Bu cami yaptırma ve en büyük camiyi yapma, yaptırma tutkusunun ele verdiği, kendini muhafazakâr olarak tanımlayan zihniyet dünyasının muhafazakârlıkla pek ilgisi olmayan taşkın tahakküm eğilimleri. Muhafazakâr değerlere sahip çıkmak, onları okşamak adına ortaya atılan Çamlıca’ya cami yapma iradesine gerçek bir muhafazakârın verdiği yanıt, sorunu gayet iyi tarif ediyor. Ahmet Turan Alkan’ın pazar günü Zaman gazetesinde bu konuda yazdığı yazıdan uzun alıntılar vermek en doğrusu.
“Başbakan’ı severim; Çamlıca’yı daha çok severim” diyor Alkan. Bugün o güzel tepenin dev anten direkleri tarafından işgal edilmiş olmasını elbette onaylamıyor ama oraya kocaman bir cami yapılmasını da birçok bakımdan ve tam da otantik bir muhafazakâr bakış açısından eleştiriyor. Önce bir caminin yapımında cemaat talebini hesaba katmak gerektiğini belirtiyor. Cemaatin ihtiyacını ve talebini düşünmeden ‘şan olsun diye (…) her boş ve müsait arsaya cami dikme’nin İslam’a hizmet etmek zannedilirken aslında görgüsüzlük olduğunu hatırlatıyor. Bu cami dikme tutkusunun ardında, geçmiş zamanlardan gelen eziklikleri telafi çabasının izlerinin de olabileceğini belirtiyor.
Ardından böyle bir cami inşaatının masraflarının bir devlet kuruluşunun, TOKİ’nin sırtına yüklenmesini doğru bulmadığını belirtiyor. Ataşehir’deki Mimar Sinan Camii’nin hem finansman hem mimari olarak tam da böyle bir kötü örnek olduğunu iddia ediyor. Aksi takdirde cami fikrinin içinde bir samimiyet kalmayacağını hatırlatıp soruyor: “Siz bu işin bir yerinde (cami meselesinde) hasbilik görüyor musunuz?” Sorduğu sorunun yanıtını, ‘cami inşaatlarının, ahaliye güzel ve şirin görünme merakıyla devlet büyüklerince teşvik edilmesinden rahatsızlık duyduğunu’ belirterek veriyor.
Ardından inşa edilen camileri mimari açıdan eleştiriyor. “Eli yüzü düzgün cami inşa etmek konusunda biz Müslümanların durumu hiç parlak değildir, hatta sistematik bir başarısızlık bile söz konusu denebilir” tespitini dile getirip burada ‘resmen bir medeni başarısızlığın söz konusu olduğunu’ düşünüyor. Kahramanmaraş’ta inşa edilen büyük camiye bakıp Başbakan’ın Çamlıca’daki cami için “Böyle olsun” dediğini bir haberde okuduğunu belirtip Maraş’taki camiyi tam da o medeni başarısızlık örneği olarak betimliyor: “O kadar büyük tutulmuş ki tabiata meydan okuyan, çevresindeki yapılaşmaları iriliği ile ezen bir bina (…) görüyor ve anlıyorsunuz ki bu bir meydan okuma yapısıdır ve benzerlerinin çoğaltılması yerine bilakis azaltılması, insani, tabii ve İslami ölçeği zorladığı için özendirilmemesi gereken bir örnektir.” Bu caminin Çamlıca’da inşa edilecek bir benzeri için “Birileri için huşu ile seyredilecek bir manzara teşkil edebilir, ben sadece ürperirim” diyerek değerlendirmesini özetliyor. Bu ürpertinin nedeni, caminin büyüklüğü üzerinden yapılan o ürkütücü meydan okuma mıdır?
Muhafazakârlığın da ilkeleri vardır. Görüldüğü gibi küçük ama anlamlı bir örnek olan bu cami yaptırma girişimi, bugün iktidarda olanın sadece muhafazakârlık olarak tanımlanmasının yanlış olduğunu gösteriyor. Kendini muhafazakâr olarak tanımlamayan ama birçok gerçek muhafazakâr gibi demokrasi ilkelerini egemen değer olarak benimseyenler, Alkan’ın hissedeceğini belirttiği ürpertiyi paylaşıyorlardır.