Can Korkusu, Olağanüstü Hal Rejimi: Deprem Sonrası Kentsel Poltika

İMECE, Van Depremi ile ilgili çarpıcı bir yazı yayınladı. Yaşanan acı olayların hafızalardan silinmemesi için bu güzel yazıyı paylaşmak istedik.

Korkuyoruz. Öfkeliyiz. Tehlikenin yaklaştığını görüyoruz, etkilerini bilfiil tecrübe ediyoruz. İhmalkârlığa isyan ediyor, suçluların cezalandırılmasını istiyoruz. En önemlisi bir daha olmasın istiyoruz. Bir daha olmaması için gerekli adımların hemen şimdi, hızla atılmasını istiyoruz. 23 Ekim’den daha kötüsünü yaşar mıyız diye kendimize soruyoruz. Ya bizim başımıza da gelirse, ya ailemize, yakınlarımıza da bir şey olursa diye endişeleniyoruz. Çözümü tam olarak bilmiyoruz, ama yetkililerin hemen hareket geçmesi gerektiğinden eminiz.

11 Eylül terör saldırılarının ardından ABD’de, Mart 2010’daki büyük depremin Fukuşima Nükleer Santrali’nde yol açtığı sızıntının ardından Japonya’da, 1999 Gölcük Depremi’nin ardından Türkiye’de, farklı zamanlarda farklı nedenlerle insanlar bu hisleri yaşadı. Erciş Depremi’nin ardından bir kez daha yaşıyoruz, muhtemel Marmara Depremi’nin de korkusuyla. Korku, endişe, aciziyet ve aciliyet hislerinin toplumsal psikolojiye egemen olduğu bu durumları, devletler genellikle “olağanüstü hal durumları” olarak nitelendirir. Doğal afetler, terör saldırıları ya da salgın hastalıklar bu tür durumlara yol açabilir. Kimi zaman ortada “olağanüstü hal” diye nitelenecek bir durum bulunmasa bile, devlet-medya işbirliğiyle, pire deve yapılarak, aynı toplumsal hissiyat belli uygulamaları meşrulaştırmak, politikalara toplumsal destek devşirmek için imal edilebilir.

Felaketten İktidar Yaratmak

İmal edilmiş veya kendiliğinden gerçekleşmiş olsun, bu hissiyatın hâkim olduğu anlarda, siyasal iktidarlar siyasal ve toplumsal hayatın bir parçası veya tamamı üzerinde denetim kurma, daha fazla yetkiyi merkezileştirme, varolan kurumsal ve toplumsal denetim mekanizmalarını zayıflatma, eleştirel sesleri bastırma, toplumsal gündemi tek elden yönlendirme imkânına kavuşurlar. Can korkusundan doğan aciliyet ve acizlik hissi, toplumsal aktörlerin iradelerini iktidar odaklarına bilinçli veya bilinçsiz tamamen devretmesine neden olabilir. Bu da “olağanüstü hal durumundan” “olağanüstü hal rejimine” geçişe tekabül eder. İktidar bizi canımızı kurtarmakla bütüncül bir yaşam arasında tercihe zorlar. Şartların “neyi gerektirdiğini” bize dikte eder. İşte Van-Erciş’te depremin ardından şimdi de kentsel politika alanında tam da bu yaşanmak üzere.
2004 yılından itibaren, yani son depremden çok önce, kentsel politika süreçleri olağanüstü hal rejimine doğru bazen büyük, bazen daha ufak adımlarla ilerliyordu. Bu sürece her daim eşlik eden, meşruiyet kazandıran muhtemel Marmara Depremiydi. İktidar, TOKİ’nin elindeki denetimden azade yetkileri, 500 yıllık mahallelerin sorgusuz sualsiz yıkımını, çevre planlarının tek adamlık şovlarla ihlal edilmesini, son olarak kanun hükmünde kararnamelerle yaratılan ve geniş yetkileriyle yerel yönetimleri ve siyaseti ilga eden Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı hep deprem gerekçesiyle meşrulaştırmaya çalıştı. Depremin yetmediği durumlarda terör, kanunsuz yapılaşma, fuhuş, uyuşturucu gibi destekleyici, başka “felaket” söylemleri devreye sokuldu. Mevcut yerel yönetim süreçleri yetersizdi, ağırdı, bürokratikti, mahkemeler idareyi iş yapamaz hale getiriyordu, hızlı olmak, iş bitirmek gerekiyordu. E meclis çoğunluğu, milli irade de hazır vardı, ne bekleniyordu?

Devlettir, Ne Yapsa Yeridir

Evet sorulabilir, aslında ihtiyaç duyduğumuz tam da bu aciliyet hissi değil mi? 1999 depreminden beri geçen 12 yıllık (9’unda AKP iktidardaydı) zaman zarfında aldığımız bir arpa boyu yol, yereliyle merkezîsiyle idarenin gevşek ve ciddiyetsiz davrandığının göstergesi değil mi? İdarenin hem de oy kaybını göze alarak kararlılıkla ve ciddiyetle bu işe girişmesinde şikayet edecek ne var?

Bu son derece meşru soruları şöyle cevaplayabiliriz. Öncelikle iktidar son 9 sene zarfında elinde topladığı muazzam yetkilere rağmen neden gerekli önlemleri almakta yol kat etmedi? Neden örneğin kamu hastanelerinin bir tekinde bile iyileştirme yapılmadı? Neden örneğin tek katlı gecekondularla dolu olan Ayazma Mahallesi yıkılıp yerine sadece rant değil mekanın tarihsizleştirme projesi de olan Ağaoğlu konutları inşa edildi de, yasal ama çok daha riskli bölgelere yönelik iyileştirme, sağlıklaştırma projeleri yapılmadı? Neden İstanbul’daki her boş arazi bütüncül planlamayla çelişen büyük rant projeleriyle dolduruldu? Mevcut yetkilerle dönüştürülen İstanbul’un hangi sorunları çözdüğü, hangi kesimlere fayda sağladığı sorgulanmadan, yeni yetki devrine olur vermek, idareyi denetlemeye yönelik bu tür soruları bile soramayacağımız merkezileşme ve otoriterleşme sürecine açık çek yazmaktır. Egemen, her zaman egemenliğinin mutlak olmamasından şikayet eder. Bu akıl yürütmenin mantıki sonucu ise totalitarizmdir. Öncelikle bu yüzden gidişat tehlikelidir.

İkincisi, olağanüstü hal durumlarının yarattığı güvensizlik ve aciliyet halinde iktidar mutlak bilginin sahibi, doğrunun yegâne hâkimi olarak kendini sunar. Onun uzmanlığına, teknik kapasitesinin kollarına kendimizi bırakmak, rahat bir nefes almak isteriz. Ama bu merkezileşmenin yarattığı boşlukta ve o boşluğu dolduran Türk sağ geleneğinin en kadim unsurlarından olan hızlı icraat fetişizminde vahim hatalara, hesapsız kitapsız işlere, karanlık ilişkilere alan açılır, acele işe şeytan karışır. İktidar, denetlenemezliğinin kibriyle, deprem sonrası Van artık dünyanın en güvenli yeri diyerek insanları hasarlı evlerine geri gönderebilir, gitmeyenleri cehaletle suçlayabilir. Akabinde yaşanan ölümler sorulunca, gülerek geçiştirir. İçine girdiğimiz “kentsel olağanüstü hal rejiminde” bunun daha vahim örneklerini yaşamamız kuvvetle muhtemel gözüküyor. Örneğin bu vesileyle herkesin denetimsizlikten dem vurduğu bugünlerde TOKİ konutlarının teknik denetiminin TOKİ’nin kendisi tarafından yapıldığını hatırlatalım.

Üçüncüsü böylesine yetki yoğunlaşması iktidara kendi gündemini dayatma imkanını verir. Gerekçe depreme yönelik önlemlerdir ama bu amaç kendini bambaşka amaçlarla teyellenmiş bulur. Nihayetinde “devlet” toplumsal güç odaklarından bağımsız, nötr bir varlık değildir, sınıfsal ve diğer toplumsal eşitsizlikler tarafından biçimlenir. Özellikle neoliberal dönemde piyasa kurucu ve genişletici işlevi en önceliklidir. Bu yüzden depreme yönelik muhtemel önlemler arasından emlak piyasasının, büyük müteahhitlerin çıkarlarıyla örtüşenleri seçer. Can korkusunu inşaat sermayesi lehine fırsata çevirir. Olağanüstü hal rejimleri, iktidar üzerindeki toplumsal baskıyı azaltırken, devlet-sermaye, parti-müteahhit ilişkilerine daha geniş alan açar. Vatandaş olarak, halk olarak, eleştiri getiremez, hayatlarımız üzerinde belirleyiciliğimizi kaybederiz. Sesimiz kısılır, kurucu irademiz kırılır.

Dermanı Kendinde Aramak: Kolektif Eylemlilik

Son olarak böyle zamanlarda iktidarlar korkuyu, endişeyi toplumun öteki olarak bildiklerine yöneltir. Kentsel politikada bu ötekinin adı 90’lardan itibaren varoş diye damgalanan gecekondu mahallesi sakinleridir, her ne kadar nicelik açısından azınlık olmasalar da orta sınıf ideolojisinin egemen olduğu kamusal söylemde onlar ötekidir. O yüzden hiçbir teknik-sosyolojik rapora dahi ihtiyaç duyulmadan deprem önlemlerine oralardan başlamak gerekir. Evini korumak isteyen, mahallesinde kalmak isteyenler tüm sorunların müsebbibidir.

Yine de eklemek lazım; olağanüstü hal durumlarında iktidar yoğunlaşması son derece muhtemel olsa da kaçınılmaz değil. Durumun yarattığı silkinme hali, rutinin kırılışına, aksi yönden bir toparlanmaya, iradenin sergilenmesine fırsat verebilir. Van depremi sadece canımızı kurtaracağımız değil, bütüncül varlıklar olarak kendimizi geliştireceğimiz, eşitlikçi, dayanışmacı ve anlamlı toplumsal ilişkiler kuracağımız, hayatlarımız üzerinde söz sahibi olacağımız kentsel-toplumsal bir düzen ihtiyacını ortaya çıkarırken önceki ve mevcut iktidarların, bu düzenin kurulmasına olanak vermediğini gösterdi. Bundan sonrasının farklı olacağına, kazanılmış hakların gasp edilmeyeceğine dair hiçbir emare yok. Bu yüzden önümüzde, kentsel mekan üzerinde söz sahibi olma, kentlerimiz yeniden kurulurken onları bizim istediğimiz değerler, amaçlar ve ilişkiler etrafında örme fırsatı ve sorumluluğu duruyor. Can derdinde, iktidarın gündemine yedeklenmek değil, bütüncül bir yaşamın peşinde kolektif eylemlilik vakti çoktan geldi.

Etiketler

Bir yanıt yazın