Gezi Parkı eylemleri, siyasal yelpazenin farklı öznelerinin meşreplerine göre çevre hakkına ilişkin bir şeyler söylemesini sağladı, sağlıyor. Ne var ki bu söylemler içinde “Aarhus Sözleşmesi’nin imzalanmaması sorunu” cılız kaldı.
Hatırlayacak olursak “çevre hakkına” ilişkin böylesi yaygın tartışmalar, 2008 yılında da gerçekleşmiş, hidroelektrik santral (HES) ve nükleer santral projelerine karşı gerçekleşen protestolardan sonra “çevrecinin daniskası olmak” münakaşası yaşanmıştı (bkz. “Çevrecinin daniskası”, 23.08.2008 tarihliTaraf). O dönemki tartışmalarda; ileri sürülen argümanların yanında, özellikle argo bir sözcük olandaniska, gündemde yer etmişti. Bu sözcüğün anlamı ve kökenine ilişkin çeşitli tevatürler üzerine konuşmuştuk. Bu tevatürlerden biri de, “âlâ, has” anlamına gelen bu kelimenin, köken olarak “Danimarkalı” kelimesinden türediğiydi. Kelimenin kökeninin gerçekten de bu olup olmadığından emin değilim ama eğer çevre hakkını güvence altına alan sözleşmelerden bahsedeceksek, kelimenin tam anlamıyla çevre hakkının “daniskasını” yani Aarhus Sözleşmesi’ni gözardı edemeyiz.
Aarhus Sözleşmesi veya gerçek ismiyle “Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi”, 1970’li yıllardan bu yana ivme kazanan çevre hakkı tartışmalarının birikimi ve Avrupa bünyesinde 33 ülke ve birçok sivil toplum örgütünün katılımıyla sürdürülen on farklı toplantıdan sonra, eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın ifadesiyle “çevresel demokrasi konusunda BM bünyesinde şimdiye kadar gerçekleştirilen girişimlerin en iddialısı” olarak 25.06.1998 tarihinde Danimarka’nın Aarhus kentinde imzaya açıldı ve 30.10.2001 tarihinde yürürlüğe girdi. Bugün Sözleşme’nin tarafı olan 46 devlet (biri AB) bulunuyor. Türkiye ise hâlen, ne ilk sözleşme metnini, ne de sonradan yürürlüğe giren ek protokolleri imzaladı ve AB ilerleme raporlarındaki eleştirilere rağmen bunda ısrar ediyor. AB üyeleri ve adayları arasında bu durumda olan devlet bulunmazken, Avrupa Konseyi içinde aynı trajik durumu sadece Rusya ve Andora paylaşıyor.
Bu sözleşmeyi “daniska” kılan şey, sadece Danimarka’da imzalanmış olması değil, aynı zamanda çevre hakkına ilişkin “âlâ” hükümler içermesi. Aarhus Sözleşmesi’nin üç temel amacı bulunuyor. Sözleşme, “şimdiki ve gelecekteki kuşakların” sağlıklı bir çevrede yaşaması için;
1) çevresel bilgiye erişimi,
2) karar alma sürecine, ilgili halkın katılımını ve
3) yargısal makamlara başvuru haklarını güvence altına alıyor.
Bu amaçlar, Sözleşme’yi ayrıcalıklı kılıyor.
Birincisi, “çevresel bilginin” sadece hava, toprak ve suyla sınırlanmamış olması. Sözleşme’ye göre genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ile iktisadi analizleri vb. konuları da içerecek bilgiler de çevresel bilgi niteliği taşıyor. Dahası bu erişime açık bilgiler, sadece resmî makamların değil, özelleştirme yoluyla kamu hizmetini yürüten özel sektör kuruluşlarının faaliyetlerini de içeriyor. Sözleşme’ye göre hemen herkes, özel sektör/ kamu faaliyetlerine ilişkin olarak, dar anlamda doğayla ilgili konularda değil, örneğin GDO’lu besinlere ilişkin veya çevre projelerindeki alım-satım, maliyet analizleri vs. konularında şeffaflık talebinde bulunabilme ve bilgiye erişebilme hakkına sahip. Öyle ki taraf devletler, çevresel bilgiye erişim hakkını, teknik ve bürokratik prosedürlerden çıkartıp, basit ve ulaşılabilir kılmakla (örn. elektronik ortamda veri sunma vs.) yükümlü durumda.
Sözleşme’de vurgulanan ikinci önemli konu, çevresel karar alma süreçlerine “halkın katılımının” öngörülmesi. Sözleşme, bu katılımı soyut bir düzeyden çıkartıyor; yani Sözleşme, “en küçük durak değişikliğinde dahi halka sorulacak olmasını” keyfiyete dayalı bir lütuf değil, hukuki bir zorunluluk hâline getiriyor. Taraf devletler bir çevre projesine giriştiğinde, bu projeyle ilişkili halkı, hem projenin erken aşamasında hem de ilerleyen her bir aşamada, konuya dair (ilan, ücretsiz bilgi sunumu vb. yollarla) haberdar etmekle, sürece ilişkin sorulara tatmin edici yanıtlar sunmakla ve “ilgili halkın” konuyla ilgili yaklaşımına uygun hareket etmekle yükümlü kalıyor. Sözkonusu yükümlülük, ciddi çevresel etkiler doğurabilecek bir düzenleme (yasa, yönetmelik vs.) hazırlanmasında da geçerli. Taraf devletler, böyle bir yola girdiklerinde düzenleme taslaklarını halka sunmak, ilgili halkın görüşlerini doğrudan veya temsilcileri aracılığıyla sunmasını sağlamak ve icabında talepleri düzenlemeye yansıtmak yükümlülüğü altında. Bu yükümlülük, önemli çevresel düzenlemelerin, içeriği belirsiz torba yasalarla tek gecede yürürlüğe girdiği Türkiye açısından oldukça önem taşıyor.
Sözleşme’nin üçüncü önemli unsuru ise yargısal başvuru yollarına ilişkin. Malum, korkuluk olmayınca tarla hasat vermiyor. Halkın çevresel bilgiye erişimi ve katılımının sağlanmaması hâlinde bunun yargısal denetime tabi olmaması düşünülemez. Sözleşme, bu hakların ihlali hâlinde bağımsız ve tarafsız organlara başvuru hakkını güvence altına aldığı gibi, son derece olumlu bir hükümle, bu hakların ihlali hâlinde konuyla ilgili menfaati olsun-olmasın “herkesin” başvuru yapabileceğini düzenliyor.
Çevreci aktivistlere öneri: Aarhus Sözleşmesi imzalansın kampanyası
Gezi Parkı eylemleri, siyasal yelpazenin farklı öznelerinin meşreplerine göre çevre hakkına ilişkin bir şeyler söylemesini sağladı, sağlıyor. Ne var ki bu söylemler içinde “Aarhus Sözleşmesi’nin imzalanmaması sorunu” cılız kaldı. Toz duman, manipülasyonlar, orantısız kolluk müdahalesi ve işkence iddiaları arasında bu sesin cılız kalması görece anlaşılır. Ancak bunlar, insan hakları mücadelesinin bütüncül olduğu gerçeği karşısında çevre hakkı için somut bir kazanımı ıskalamamıza neden olmamalı. “Aarhus Sözleşmesi imzalansın” çevreci siyasetin somut kampanya sloganlarından biri olabilir. Öyle ki “çevrecinin daniskası olan”, “çevre hakkının daniska sözleşmesini” imzalanmak durumunda kalabilir.