İstanbul'a son 50-60 yıldır neler yapıldığını, ne hale getirildiğini gördükçe ve dahası, yeni çirkinlik abidesi projelerden söz edildikçe içimde derin acılar duyuyorum.
Rant, tıpkı para, faiz, değer, fiyat gibi ekonominin unsurlarından biridir. Rantiyecilik derken, toprak üzerinden elde edilen ve bir tür kâr olan rant olgusunu değil, toprak üzerinden, ilgili resmi kurumların müdahaleleriyle elde edilen haksız kazancı kastediyorum.
İnşaat sektörü ise, binlerle ifade edilen çok çeşitli üretim kalemlerini içinde barındıran geniş bir iktisadi faaliyet alanını içermektedir. İnşaat sektörünü karlı kılan etmenlerin başında şehir imarcılığındaki ve devlet ihale şartlarındaki “ayarlamalar” gelir.
Özellikle büyük kentlerdeki arsalar üzerinde yapılan imar düzenlemeleri, bir anda o arsanın fiyatını 10-15 misli artırmaktadır. Veya mevcut imara göre yapılmayıp da, imar plan tadilatları yoluyla kaçak sayılan bölümlerin/katların yasal hale getirilmesi, bir anda inşaat sahiplerine, inşaatın büyüklüğüne göre milyon dolarlar kazandırmaktadır.
Sektörü karlı kılan ikinci etmen ise, sektörün kalifiye işgücü kullanma gereksinimi olmamasıdır. İnşaat emekçileri çok zor koşullarda yoğun emek harcayarak düşük ücret almaktadırlar.
Avrupa Birliği (AB), Türkiye’ye defalarca “İhale Yasasını, AB müktesebatına uyarla” demesine rağmen, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti döneminde İhale Yasası, 18 defa değiştirildi. Bunun anlamı, iktidar tarafından inşaat sektörünü ekonominin motoru olarak ayarlama çabasıdır. Çünkü bu sektör, iktidarın müdahalesine en açık sektör olup son derece yüksek karların döndüğü bir alandır. İktidar istediğine ihale vermekte, keyfince imar planları yapmakta, dahası Toplu Konut İdaresi’ne (TOKİ) özel yasa çıkarmaktadır.
Yukarıda dediğim gibi bu karı, merkezde veya yereldeki siyasal iktidarın yasalara uyarlanan keyfiliği belirlemektedir!
Kentsel Dönüşüm Yasası, miadını doldurmuş binaların tehlike olmaktan çıkarılması ve deprem gerçeğine karşı tedbirler geliştirilmesi gerekçeleriyle çıkarılmış olsa da, aynı gerekçeler, bu vesileyle bazı uygulamaların kılıfı olarak kullanılmaktadır. Bunun uygulamadaki yıkıcı ve acı örneğini Sulukule’de gördük. Önümüzde mahkemenin iptal kararına rağmen Balat, Fener semtleri ve emsal kararın olmadığı Tarlabaşı semtleri var.
Bu semtlerin başta gelen özelliği, şehrin merkezinde yer almalarıdır. Kentsel Dönüşüm Projesi’nin bir yanında imar ve inşaat sürecinde oluşacak haksız rant kazançları olduğu gibi, bir yanında da, dönüştürülecek merkezi bölgedeki “yerlileri” kent merkezi dışına sürerek, orada yapılacak binaları daha çok kendi zengin çevrelerine satmaktır.
Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul için yeni projeler açıklıyorlar.
Bunların bir kısmına kısaca bakalım:
Şehremini Kadir Topbaş açıkladı: Yenikapı’da denizi doldurarak İstanbul’a 1 milyon kişilik mitinglerin de yapılabileceği 715 bin metrekarelik bir meydan yapılacakmış!
Şehir için öteden beri meydan planlaması yapılmasın, hatta şehrin Bizans’tan kalma meydanları bile geliştirilmesin, şehirde meydan yapılacak yer bırakılmasın; şimdi kalk bugün denizi doldurarak meydan yapacağım de! Böyle bir projenin neler getirip götüreceği, kente ne katacağı şehircilik uzmanlığı ve yetkin mimarlık isteyen hesaplamalar gerektirir.
Bunları ben bilemem. Ancak böyle bir projenin altında yatan asıl etmenin, inşaat sanayi eksenli bir şehircilik ve finans faaliyeti olduğunu düşünüyorum. Çünkü burada büyük karlar var. Dönüp bakın, ortalık betondan müteşekkil ruhsuz binalardan geçilmiyor.
Daha dün “Taksim Yayalaştırma Projesi” adı altında, yayaların ve kent meydanı mimarisinin aleyhinde bir projeyi bize dayattılar. Üstelik Gezi Parkı’na, orada eskiden bulunan “Taksim Kışlası”nı yeniden yapacakları, bizzat Başbakan tarafından açıklandı. Böyle bir yapının ne tarihsel ne de mimari açıdan bir değer ve estetik taşımayacağı çok açıkken, neden böyle bir yapıda ısrar ediliyor? Sorunun cevabı basit: Oraya alışveriş merkezi (AVM) yapmak istiyorlar. Bunu da açıkça ifade edemedikleri için, AVM’yi Taksim Kışlası adı altında kentin bağrına sokacaklar.
Bir ara şehrin emanetçisi Topbaş, Marmara’da Sivriada’ya 110 metre yüksekliğinde Semazen heykeli yapılacağını açıklamıştı. İstanbul’a simge olacak diye pazarlanan semazen heykelinin anlam dünyasıyla İstanbul’un kent karakteristiğinin ne ilgisi var? Bir de heykelin etrafına cami, kilise, havra yapılacakmış! Güya Mevlana’nın bütünleştiriciliğine mekânsal kanıt sunuyorlar! Ancak bu anlayışı siyasetlerinde uygulamıyorlar!
Türkiye’nin ağır ve acil sorunları tüm yakıcılığıyla artarak devam ederken Başbakan Erdoğan, Çamlıca tepesinde 15 dönümlük alana cami yapılacağını açıkladı. Monarşiyi hatırlatan uygulamalar giderek artıyor: Başbakan ne diyorsa, gerisi aynısını söylüyor; memleket tamam efendimci üretmekte çok bereketli.
Konu cami olunca akan sular durulacak öyle mi?
Bu denli büyük bir mabet yapmanın nedeni, günahlarınızı ancak böyle büyük bir mabedin altında saklayabileceğiniz için mi?
Bir kentin siluetini bozacak, yeşil alanı talan edecek, şehrin tepe noktasından şehre beton bir kütle yükü binecek yapı cami olunca, bir kent ona kurban mı olacak?
Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere AKP iktidarının kentlilik kültürü, aklı, duygusu, tarihe saygısı işte bu kadar!