Yıllar süren bir çalışma. Sonsuz bir titizlik, özen. Nice fedakârlık. Geçmişe, tarihe, mimariye sonsuz saygılı bir restorasyon.
Hiç unutmuyorum, ilkbahardı. Yüreğim pır pır eve dönüp yazmıştım o yazıyı. Heyecan içinde, sevinç içinde, kıvanç içinde. İşte görün benim ülkemin insanları nelere kadir! Yazımın başlığı “Deniz Palas Mucizesi”ydi.
Yıllar süren bir çalışma. Sonsuz bir titizlik, özen. Nice fedakârlık. Geçmişe, tarihe, mimariye sonsuz saygılı bir restorasyon. Nejat Eczacıbaşı’nın rüyası, Şakir Eczacıbaşı’nın azmi, Doğan Tekeli’nin çabaları, restorasyonu gerçekleştiren Burhan Satıcı’nın saygısı, sevgisi, emeği. Nice sanatçının yaratıcılığı, göz nuru… Ama en çok, sonsuz bir fedakârlıkla, insanların tırnaklarıyla kazıya kazıya gerçekleştirdikleri bir mucize…
Şimdi sonbahar… Yüreğim paramparça. Ağzımda kötü bir tat. Midemde kramplar… Bir türlü kurtulamıyorum.
Ne zamandır duyuyordum… Sonunda meslektaşım Gila Benmayor yazıyla açıkladı. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın merkezi, İstanbul’da sanatı, kültürü, evrenselliği, çağdaşlığı ayakta tutan kurumun simgesine dönüşmüş Deniz Palas satılıyordu. İKSV’nin başkanı Bülent Eczacıbaşı’yla yaptığı röportajda, Deniz Palas’ın borçlar, banka faizleri vb. yüzünden, çalışanlar için böyle bir “lükse” gereksinimi olmadığını, satılacağını öğreniyorduk.
Doğrusu, bu yazıyı yazarken Bülent Eczacıbaşı’nı aramayı düşünmedim. Bana da yüzlerce, binlerce gerekçe açıklardı elbet. Doğru gerekçeler, haklı gerekçeler de olabilirdi bunlar. Ama mesele o değil!
Baştan söyleyeyim benim meselem akılcı değil. Benim meselem, duygu ve vicdan meselesi. (İyi ki de öyle! Özellikle şu son yıllarda öyle ihtiyacımız var ki buna!)
Hayatta her şey satılık değildir diye haykırmak istiyorum. Her şey ekonomiye bağlanamaz.
Eğer oraya verilen emeği, o mucizenin nasıl gerçekleştiğini bilseniz; oranın tarihsel gelişimini izlemiş olsanız satamazsınız demek geliyor içimden…
Güngör Uras, yazılarında “Vakfedilen mal, vakıf malı Tanrı mülkü sayılır. Vakıf malları satılamaz” diyor…
Vakıf malı satılır mı satılmaz mı bunu bilmiyorum. Bildiğim; simgelerin satılmasının ruhunu satmakla eşdeğer olduğu…
Bu yazıyı yazmadan önce doğrusu İKSV’nin genel müdürü Görgün Taner, daha yeni emekli olan ve çok arayacağım Ömür Bozkurt, Yeşim Gürer, Dikmen Gürün gibi yıllarını kuruma vermiş dostlarımı da aramadım. Kimselere, “Salon” ve “Leyla Gencer Müzesi”nin geleceğini soramadım. Onların bu satış kararı karşısında ne hissettiklerini bilemiyorum.
Benim hissettiğimse şu: Deniz Palas’ın satılması ruhumuzu satmak gibi bir şey… Hani biraz da şey gibi, yetmez ama evet…
Tam yazımı bitirmiştim ki Deniz Palas’ın restorasyonunu gerçekleştiren Sayın Burhan Satıcı’dan uzun bir mektup aldım. Yazık yerim dar tümünü yayımlayamıyorum. Satışı sorguladığı mektubunda “Örneğin Boğaziçi Üniversitesi’ni, İTÜ Kampusu’nu, İTÜ Taşkışla Binası’nı, İTÜ Maçka Binası’nı da satarsak yerine kazanılacak ekonomik değerlerle çok büyük farklı işler yapılabilir” dedikten sonra; kimilerinin de Türkiye’yi satışa çıkardığını vurguluyordu…
Bülent Eczacıbaşı ve vakıf yönetiminden satıştan vazgeçmelerini istiyorum. Ekonomist olan sizlersiniz. Satış dışı bir çare bulabilirsiniz.