Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı 2010 ekiminde meclis gündemine taşınmıştı.
Bu tasarıda, kültür ve doğa varlıklarının korunması iki ayrı bakanlığın yetkisine bırakılıyordu. Bu tasarı, kısa bir süre gündemde kaldı. 2011 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığının kuruluşu ile ilgili 644 sayılı KHK yürürlüğe girdi. Bu KHK’de 648 sayılı KHK ile revizyon yapıldı. Bu yeni yapılanma ile birlikte, doğa varlıkları üzerinde tasarruf yapma yetkisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığına bırakıldı. Türkiye’nin 100 yılı aşan koruma hukuku pratiğinde köklü bir dönüşümdü bu yaşanan. Bugüne kadar, kültür ve doğa varlıklarının korunması bir arada düşünülmüş ve buna göre hukuk yaratılmıştı. 644 ve 648 sayılı KHK’ler sonrasında ise doğa varlıklarıyla ilgili Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, kültür varlıklarıyla ilgili ise Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkili kılınmıştı. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu uyarınca, bu KHK’ler öncesinde doğa varlıklarına verilen koruma statüleri ise, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının bünyesinde oluşturulan Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü tarafından yeniden değerlendirilecekti. Bu değerlendirilmeye kadar da mevcut koruma statüleri geçerli olacaktı.
2011 yılında bu KHK ile kültür ve doğa varlıkları birbirinden kopartıldı. Bu tarihe kadar, doğal sit alanı olarak ilan edilen doğa varlıklarıyla ilgili 2863 sayılı yasa ve buna bağlı olarak Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulunca 1999 yılında kabul edilen, 659 sayılı ve 2007 tarihli 740 sayılı ilke kararları uygulandı. Bu doğrultuda doğal sit alanlarında, 3 kademeli bir koruma anlayışı vardı. 1. derece sit alanları evrensel değeri taşıyan, mutlak koruma alanı ve kesin yapılaşma yasağı olan alanlardı. 2. derece sit alanları kamu yararına uygun olarak kullanıma açılabilecek, 3. derece sit alanları ise yörenin özelliklerine göre konut yapımına açılabilecek alanlardı. Sit statüsü taşıyan alanlarda koruma öncelikli bir yaklaşım esastı.
2010 yılının aralık ayında, 6094 sayılı yasa ile 5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kanunu’na bir ek fıkra konuldu. Bu ek fıkra uyarınca “Doğal sit alanlarında ise ilgili koruma bölge kurulunun olumlu görüşü alınmak kaydıyla yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim tesislerinin kurulmasına izin verilir” denilmekteydi. Bu düzenleme esas olarak, koruma mevzuatı açısından 3. derece sit alanlarını etkileyecekti. Bu alanlarda özellikle HES, RES yapılmasının önü açılıyordu. Bu konuda Koruma Bölge Kurulları karar alacak, koruma amaçlı imar planları yapılacak ve buna göre bu projelere izin verilebilecekti.
Bu kısmi ara formülleri bertaraf edecek düzenlemeler ise 2011 sonrasında mümkün oldu. 2863 sayılı yasa döneminde doğal sit alanı ilan edilmiş yerlerin nitelikleri yavaş yavaş değiştirilmeye başlandı. Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara Dair Yönetmelik 2012 yılında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yürürlüğe girdi. 2011 yılında 2863 sayılı yasaya konulan geçici 9. Madde uyarınca da daha önceden sit alanı ilan edilen yerlerde artık bu yönetmelik hükümleri geçerli olmaya başlandı. 1. Derece doğal sit alanı niteliğindeki alanlar da bakanlıkça yeniden gözden geçirilmeye başlandı. 2012 tarihli bu yönetmeliğe göre, doğal sit alanları; kesin korunacak hassas alanlar, nitelikli doğal koruma alanları ve sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanları olarak üç kategoriye ayrılmıştı. Bu yönetmeliğe göre, mutlak koruma alanı kararları sadece Bakanlar Kurulu kararıyla verilebilecekti. Daha önceden ilan edilmiş tüm doğal sit alanlarına bakanlık genel olarak, nitelikli doğal koruma alanları ve sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanları gözüyle bakıyordu. Yani 2012 öncesinde ilan edilmiş tüm doğal sit alanları için mutlak korumacı bir bakış açısı ortadan kalkmıştı.
12 Ağustos 2014 tarihinde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, daha önceden ilan edilmiş Doğal Sit alanlarının tamamında HES yapımını mümkün kılan 69 sayılı ilke kararını yürürlüğe soktu. İlke Kararının 3. Maddesine göre, mevcut doğal sit alanlarında, Bakanlık doğa varlığının sit statüsüyle ilgili yeniden bir değerlendirme yapıncaya kadar, 1’inci, 2’nci ve 3’üncü derece doğal sit alanlarında, “Bölge halkının içme ve tarımsal amaçlı su kullanım ihtiyaçlarının dikkate alınması,Ekolojik ihtiyaç debisinin araştırma çalışmasında belirlenerek su yatağındaki biyolojik çeşitliliğin devamını sağlayacak şekilde teminat altına alınması, Projelerin balık türlerinin geçişine izin verilecek şekilde düzenlenmesi, Proje ile yaban hayvanlarının geçişlerinin engellenmesi halinde uygun geçiş alanlarının oluşturulması, şartıyla doğal sit alanlarında HES taleplerine değerlendirilme sonucu izin verilebileceğine” yönelik ilke kararı yürürlüğe girdi. Bu düzenleme ile Bakanlık, mevcut tüm sit alanlarını yeni yönetmeliğe göre, Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı olarak gördüğünü de açıkça belirtmiş oldu. Böylece, doğal sit alanı 1. Derece bir alan bile olsa, bu alanda HES projesine onay verilebilecekti. 2863 sayılı yasa döneminde sit alanı ilan edilmiş tüm alanlar, bu ilke kararıyla HES projelerine açılmıştı.
Antalya İdare Mahkemesi, 1. Derece Doğal Sit alanı ilan edilmesi talebiyle Koruma Bölge Kurulu’na yapılan başvurunun reddi üzerine açılan davada, bölgenin 1. Derece sit statüsü niteliği taşıdığına karar vermişti. Bu karar 2014 yılında Danıştay tarafından da onanmıştı. Ancak ilgili Bakanlık, bu alanın sit alanı olarak ilan edilmesine ayak diriyor ve dere üzerine HES projelerine göz yumuyordu. Fakat bir yandan da uygulanmayan bir yargı kararı vardı. Doğa korumacılar, Çamlıhemşin’i, Fındıklı’yı, Papart Vadisi’ni sit alanı ilan ettirerek yıllarca korumuştu. Şimdi, tüm bu alanlarda HES yapılmasının önü açıldı. Bu alanları korumanın iki yolu var: Birincisi bu alanların mutlak koruma alanı ilan edilmesi, ikincisi vadilerin çoban ateşlerini diri tutması.