Yayınları, fuarları ve mimari yapıtlarıyla tanınan ünlü mimar Doğan Hasol, insanlar gibi, mimarların da bu dünyadan geçerken iz bırakması gerektiğini söyledi.
İnsanın en büyük handikabı belki de bu dünyadan bir gün göçeceğini bilmesi… Bunu tevazuyla kabullenip ölümsüzlüğe ulaşmak ister bazı insanlar. Tüm çabaları, bu dünyaya değer katarak iz bırakmaktır. Tıpkı saygın mimarlarımızdan Doğan Hasol’un yaptığı gibi…
“Yaşam, yararlı bir şeyler yapmak için hiç de kısa değildir” diyen Dr. Y. Müh. Mimar Doğan Hasol, 50 yıla dayanan meslek hayatında, mimarlık, yapı ve malzeme alanlarında yararlı çalışmalarda bulunmanın huzurunu yaşıyor. “Bilançodan memnunum” demesi boşuna değil. Hasol’un bundan 43 yıl önce arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Yapı-Endüstri Merkezi (YEM), yapı sektörünün bilgi ihtiyacını gideren önemli bir bilgi merkezi oldu. YEM, sadece yayınları ve konferanslarıyla değil, yakın coğrafyanın en büyük yapı fuarını hayata geçirerek mimarlık ve inşaat sektörüne büyük hizmette bulunmayı sürdürüyor.
Aynı zamanda Has Mimarlık isimli mimarlık bürosunda eşi ve kızıyla birlikte ürettiği projelerle Türkiye ve dünya mimarisine katkıda bulunmayı sürdüren Doğan Hasol, gönül verdiği mimarlık mesleğinin sorunlarıyla da yakından ilgili. Mimarlığın ülkemizde hâlâ hak ettiği yere gelmediğini düşünen Hasol, “Kamu, bu ülkenin mimarlığına sahip çıkmalıdır; kamunun bir mimarlık politikası olması gerekir” diyor. Doğan Hasol, mimarlarımızın yurtiçinde ve yurtdışında çok daha fazla iş yapabilecek kapasitede olduğunu ifade ediyor ve bu konuda devletin mimarlarımıza yeterli desteği vermediğini söylüyor.
İsterseniz sözü kendisine bırakalım ve Doğan Hasol’un 50 yıllık mesleki yaşamını dinlerken, mimarlığımızın dünden bugüne geldiği noktaya da kulak verelim.
Mimarlık mesleğine nasıl başladığınızı konuşalım isterseniz önce…
Lise son sınıfta Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve İTÜ arasında bocalıyordum. Daha sonra babamın hastalığı nedeniyle İstanbul’da kalmam gerekti. Siyasal Bilgileri burslu kazandığım halde İTÜ’ye girdim. İnşaatla mimarlık arasında gidip geliyordum ama istediğimin mimarlık olduğunu daha sonra fark ettim.
Aile üyelerinin mimar olması iyi bir duygu. Eşim zaten fakülteden arkadaşım. Fakülteyi bitirdikten sonra evlendik, o zamandan beri de birlikte çalışıyoruz. Kızımız, bizim çok çalıştığımızdan yakındığı için başlarda mimarlığa karar veremiyordu. Fakat daha sonra mimarlık ağır bastı ve o da İTÜ Mimarlık Fakültesi’ni tercih etti. Ardından Harvard’da yüksek lisansını bitirince üçümüz Has Mimarlık’ta birlikte çalışmaya başladık. Birlikte çalışmanın en büyük avantajı, daha kolay diyalog kurabilmemiz. Bir de mimarların çocukları çekirdekten yetişiyor. Kızımız 6 yaşından beri şantiyelere gidiyordu, büroya geliyordu ve dolayısıyla mesleğe çok daha önceden hazırlanmış oldu.
Kuşak çatışması mimarlıkta yok bence. Çünkü mimarlık sürekli kendini yenileyen bir olgu. Mimar da her sanatçı gibi yeni şeyler söylemek zorunda. Sanatçı da mimar da eskiyi tekrarlayarak bir yere varamaz. Ne var ki genç mimarlarla aramızda anlayış farkı var. Bizim yetiştiğimiz dönemlerde her şey toplum için diye düşünürdük. Bugünkü dünya daha bireysel. İnsanlar önce kendini düşünüyor. Biz, “Mimarlık toplumun hizmetinde” diye sloganlar kullanırdık. Şimdi daha kişisel fantezilere açık bir dünyada yaşıyoruz.
Bu durum sadece mimarlıkta değil, diğer alanlarda da yaşanıyor. 1956’da fakülteye girdiğimde, İkinci Dünya Savaşı biteli 11 yıl olmuştu. Savaş sonrasında herkes yaraları sarmaya, dayanışmaya çalışıyordu. Dolayısıyla toplum faktörü çok öndeydi. Bugünse tüketim ekonomisinin alabildiğine geliştiği bir dünyada yaşıyoruz. Bireysel olan her şey toplumsal olanın önüne geçmeye başladı. Ben de bu dünyaya gelmiş, yaşayan insanlardan biriyim, yaptığımı iyi yapmaya çalışıyorum sadece.
Biz 20. yüzyılın ortalarında Modern Mimarlık akımının doludizgin gittiği bir dönemde yetiştik. Modern Mimarlık sanayi çağının, makine çağının mimarlığıydı. Süslemeyi reddeden, işlevi yücelten, tutarlı bir mimarlık anlayışıydı. Mies’in ifadesiyle “Less is more” (Az çoktur) idi, ya da Sullivan’ın deyişiyle “Form follows function” (Biçim işlevi izler) idi. Biz Mies’in, Wright’ın, Le Corbusier’nin, Gropius’un, Aalto’nun öğrencileriydik biraz da. Bugüne gelirsek, Has Mimarlık, içinde bulunduğu ortamla uyumlu, çevresiyle barışık, çevresindeki değerlere saygılı bir yerleşme, biçimlenme ve yapılaşma anlayışına sahip bir yol izliyor. Çağdaş mimarlık dilinden kopmadan, yerel-kültürel etmenleri göz ardı etmeksizin çağını yansıtan, kimlikli bir tasarım arayışı söz konusu. İç ve dış mekân kaygısı taşıyan, iç-dış uyumu olan, işlevsel, çağdaş malzeme ve teknolojiyi iyi kullanan, detayları iyi çözülmüş, yeniliği hedefleyen, abartılara ve taklide kapalı, olabildiğince yalın bir mimarlık… Kısacası “Mimari Mükemmellik” arayan bir mimarlık anlayışımız var.
Has Mimarlık bu dengeler için bugünün bütün olanaklarını sonuna kadar kullanmaya çalışıyor: bilgisayar olanaklarını, strüktürel olanakları, öteki teknolojik olanakları… 20. yüzyılın mimarlığı sanayi çağının mimarlığıydı, bugününki ise bilgisayar çağının mimarlığı.
Dünyanın kaynakları tükeniyor. Kıt kaynakları idareli kullanmak zorundayız. Enerji ve çevre kaynaklarının büyük kısmı binalarda kullanılıyor. Bugün çoğu kimse yeşil mimarlık yapıyorum iddiasında ama yeşil mimarlık Türkiye’de bir hayli yeni, dünyada da yeni zaten. Yeşil mimarinin gereklerini projelerimize, yapılara yansıtmaya çalışıyoruz. Bu kapsamda İTÜ ile ortaklaşa, İTÜ Maslak Kampusu için tasarladığımız bir EkoYapı projesi, yakında uygulamaya geçecek. Kendi kendine yeten, kullanacağı enerjiyi kendisi karşılayan bir bina. Bir araştırma-gözlem merkezi şeklinde çalışacak. Bilgiler anında görülüp ziyaretçilere de aktarılacak. Şu an, şu kadar enerji üretiyoruz, şu kadar tüketiyoruz gibi…
Kısacası, Has Mimarlık aklı başında çağdaş binalar üretme peşinde. Yaptığımız çalışmalar, yapılar web sitemizde görülebilir. Burada ayrıntılarına girmek istemiyorum. Büro bünyesinde, eğitime özel bir önem veriyoruz. Her çarşamba günü birkaç saatlik bir eğitim programımız var. Bürodaki rutin eğitimlerin yan ısıra dışarıdaki etkinlikleri de izlemeye çalışıyoruz. Zaman zaman şantiye ziyaretlerimiz oluyor. Örneğin, TOKİ’nin gerçekleştirdiği Galatasaray’ın Aslantepe Stadı’nı inşaat sürecinde iki kez topluca ziyaret ettik.
Yapı-Endüstri Merkezi’nin hazırlık çalışmalarına 1967 yılında başlamıştık ve 1968 yılında kuruluşunu gerçekleştirdik. Hedefimiz, yapı konusunda bilgi merkezi kurmaktı. Avrupa ülkelerinde bunun benzerleri vardı ama Türkiye’de yoktu. İmar ve İskân Bakanlığının ve İTÜ’nün böyle bir kurumu gerçekleştirme düşüncesi vardı ancak hayata geçmedi. Biz özel bir girişim olarak Yapı-Endüstri Merkezi’ni kurduk. Ben tabii kendimize bu konuda övünme payı çıkarıyorum; çünkü o yıllarda daha bilgi çağı gündemde değildi, bilgisayar sözcüğü bile yoktu. Biz bir bilgi kuruluşu oluşturduk. Demek ki ülkede böyle bir ihtiyaç varmış ve biz ileriyi görebilmişiz. Bu ihtiyacın da etkisiyle YEM kendisini yeniledi ve bugünlere kadar geldi. Başlangıçta koyduğumuz hedeflere ulaştık.
İlk yıllarda daimi sergimiz vardı ve orada yapı malzemelerini sergiliyorduk. Daha sonra bu serginin yerini çok büyük fuarlar aldı. Yapı fuarımız geçen yıl 60 bin metrekare idi, bu yıl 81 bin metrekarelik alana ulaştı. Sadece yurtiçindeki değil, yurtdışındaki ziyaretçilere de rahatlıkla bilgi verecek konumuyla bölgesindeki en büyük uzmanlık fuarı haline geldi. Biz ilk fuarı 1978 yılında, bugün Lütfi Kırdar Kongre Merkezi olan İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda düzenledik. Orada tribünleri söker fuar yapardık, sonra tribünleri tekrar takardık, basketbol oynanırdı. Yine ilk yıllarda gezici sergilerimiz oldu, TIR kamyonlarıyla sergileri Anadolu’nun değişik illerine taşıdık. Kurslar, konferanslar, seminerler… Kısacası, sektör büyüdükçe bizim etkinliklerimiz de büyüdü. Bugün Fulya’daki etkinlik salonumuzda aşağı yukarı her gün bir etkinliğimiz oluyor. YEM’i kurarken planladığımız yayın yapma gibi düşüncelerimizi de gerçekleştirdik. Bugün çok ciddi bir yayın bölümümüz var.
Sektörle birlikte büyüdük. O yıllarda Harbiye’deki 400 metrekarelik sergimizde, yapı malzemesi sergiliyorduk. Ama malzeme çeşidi ve kapasitesi son derece azdı. Oysa bugün Türkiye çok büyük bir inşaat malzemesi üretimine sahip. Dünyayla rahatlıkla boy ölçüşebilecek kapasiteye ulaştı. Birçok üründe Avrupa’nın ilk sıralarında yer alıyor.
Müteahhitlerimiz yurtdışına açılarak çok büyük başarı gösterdi. Bugün ABD’de bile taahhüt işleri yapan müteahhitlerimiz var. Burada eksiğimiz, mimarlık ve mühendislik bürolarımızın dışarıya açılmasına devletin destek vermemesidir. Bu konuda hata yapıldığını düşünüyorum. Devlet bu konuda destek verseydi, hem mimarlık ve mühendislik büroları daha çok gelişirdi hem de onların projeleri yapı malzemesinin yurtdışına daha erken açılmasıyla Türkiye ekonomisine hizmet ederdi. Mesela 1970’lerde Libya’da müteahhitliğini STFA’nın yaptığı, mimari projesini İngilizlerin hazırladığı bir projede, kullanılacak bütün malzemeler İngiliz firmalarına aitti.
Bugün inşaat malzemesi sanayisi kendini çok iyi geliştirdi ve ihracata açılarak büyük başarı yakaladı. Ama mimarlara, mühendislere yurtdışı için destek verilseydi, projelerinde Türk inşaat malzemesi kullanırlardı ve böylelikle inşaat malzemesi sanayimiz çok daha önce yurtdışına açılırdı.
“Evet ama yetmez” noktasındayız. Mimarlarımız bugün yurtdışında daha çok Türk müteahhitlere proje yapıyor. Oysa gönül arzu ederdi ki, yabancılara mimar ve mühendis olarak hizmet götürsünler.
Mimarlık hâlâ hak ettiği yere gelmedi. Sayın Cumhurbaşkanı da belediyelerimizin mimarlarımıza destek vermesi gerektiğini söyledi. Mimar Sinan’ın doğduğu yeri ziyaret eden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Bugünkü eserleri görünce maalesef üzüntü verici manzaralar ortaya çıkıyor. Mimaride, şehircilikte, konut yapımında yeni bir nefesin ortaya çıkması gerekir. Değerli bilim adamlarımıza ve mimarlarımıza görevler düşüyor. Belediye başkanlarımız onlara imkân tanıyacak, esas atılımları mimar ve mühendisler yapacak” dedi. Teşhisi çok doğru da çözüm nerede? Mimarlar ve mühendisler çözüm bekliyor. Genellikle kamu, kendi projelerini müteahhitlere veriyor. Müteahhitler de kendi seçtikleri mimarlara proje yaptırıyor ve bu durumda en iyi mimarı değil, işlerine gelen en ucuz mimarı seçiyorlar. Kamu, işveren olarak bütün kesimlere örnek olmak zorundadır. Bugün yürürlükte olan kamu ihale sistemiyle proje işi vermek çok akılcı bir yöntem değil, bunun başka türlü ele alınması gerekir. Kamu, bu ülkenin mimarlığına sahip çıkmalıdır. Kamunun bir mimarlık politikası olması gerekir. Geçmişe baktığımızda, Türkiye’nin kendisini dünyaya kabul ettirebildiği tek sanat dalı mimarlıktır. Bugün gelinen durumsa, mimarlarımızın yetenek ve bilgi eksikliğinden değil, iş verme düzenindeki bozukluktan kaynaklanıyor. Özel sektör ise son zamanlarda mimarinin önemini kavramış durumda. Son zamanlarda mimarların ismiyle reklamlar yapıldığını görüyoruz. Bütün dünyada artık tasarım sattırıyor. Ancak işverenlerimizin bir bölümü de, Amerika’dan mimar arayışında ve çoğu zaman da sıradan mimarlara iş veriyorlarlar.
Türkiye’de konut açığı var ve TOKİ bu açığın bir kısmını giderdi. 8 yılda 500 bin konut üretti. 500 bin konut az değil. Türkiye’de gecekondu ve kaçak konutların önüne geçilmesinde TOKİ’nin büyük payı oldu. TOKİ, acil olanı yaptı, şimdi artık yeni bir dönemin başlaması gerektiğini düşünüyorum. Bundan sonra mimariden hareket etmesi gerekir. TOKİ’nin mimarlık ödülleri kazanacak yerleşmeler yaratması lazım. Bir kamu kurumu olarak yaptıklarıyla özel sektöre öncülük etmesi gerektiğini düşünüyorum. TOKİ’nin hareket noktası, insanların çok büyük bir mutlulukla yaşayabilecekleri mimari çevreler yaratmak olmalıdır. Bir binayı yapmakla konu bitmiyor; yapılan binaların, insan silolarının ötesine geçmesi gerekiyor. TOKİ bunu yapabilecek güce ve deneyime kavuştu. Olanakları, bilgi birikimi, iyi bir kadrosu var. Dolayısıyla bunu TOKİ’den beklemek fazla olmaz diye düşünüyorum.
TOKİ’nin bu noktaya geldiğini düşünüyorum ve bundan sonra o bölümü de iyi bir şekilde yerine getireceğine inanıyorum.
Memnunluk verici; çünkü Türkiye’nin konuta gerçekten ihtiyacı var. Burada hareket noktası, doğru planlama olmadır. Öncelikle nereye, hangi yoğunlukta konut yapılacağı çok önemli. Birçok yerde çok değerli tarım alanları elden çıkarılarak konut yerleşimleri, hatta fabrikalar yapılıyor. Gelişigüzel yerlere konut yapılmamalıdır. “Acaba bütün bunlar ranta kurban mı ediliyor?” diye düşünüyorum.
Değinmek istediğim ikinci nokta da şu: Konut yerleşimleri maliyeti düşürmek amacıyla çok yoğun yapılaşma şeklinde inşa ediliyor. Yoğun yapılaşma, insanları mutluluktan uzaklaştırabiliyor.
Kentsel dönüşüm dünyanın pek çok ülkesinde yapılıyor, bizde de olması gerekiyor. Şehirlerimizi bu haliyle bırakamayız. Bu haliyle bırakmak demek, bugünkü durumun ideal düzeye varmış olduğu düşüncesidir ki bu düşünce kabul edilemez. Kentlerimiz, mutlaka günün gerekliliklerine uygun hale getirilecektir. Yalnız bunu yaparken çok dikkatli olmak lazım. Bunu bir rant aracı olarak kullanmamak gerekiyor. Önemli olan, şehrin korunması gereken yerlerine herhangi bir zarar vermeden, koruma anlayışıyla yola çıkılmasıdır. Hem orada yaşayan insanların hem tarihsel ve kültürel değerlerin korunması gerekir. Yaptığımız her şey insan içindir, mimarlık da zaten insan içindir. İnsanları mağdur ederek, onları sıkıntıya düşürerek kentsel dönüşüm yapamayız.
(Gülüyor) İş güç olmayınca keyifli oluyorlar. Kitabın ilk sayfalarında belirttiğim gibi, mimarlar sürekli kazık yedikleri için dik durmak zorundalar. Mimarlık zor meslek. Öncelikle kendinizle sürekli yarış içindesiniz, daha iyisini yapmaya çalışıyorsunuz ve bu bitmeyen bir süreçtir.
İnsan dünyadan geçerken iz bırakmalı. Mimarın da iz bırakması gerektiğini düşünüyorum. Bir anekdot aktarmak isterim. Cumhuriyet’in ilk yılları, ülkede mimar sayısının çok az olduğu yıllardı. Bu nedenle yurtdışından mimar getirtiliyordu. Gelen yabancıların en ünlüsü Bruno Taut idi. Taut, Atatürk’ün katafalkını yaptıktan sonra hastalandı ve 40 gün sonra vefat etti. Mezarı Edirnekapı Şehitliği’ndedir. Mezar taşında bir ayak izi vardır. Bu ayak izi, onun iz bıraktığını simgeler. Bakın, Bruno Taut’u hâlâ konuşuyoruz. Ben düşündüklerimi yaptım. Kitaplar yazdım, sözlükler hazırladım, mimarlık yaptım. YEM’in kurulması başlı başına bir iştir; yayınlarıyla, fuarlarıyla, etkinlikleriyle iz bırakıyor. Sadece üniversitelerin değil meslek içi eğitimin de iyi bir destekçisi haline geldi. İlkleri yapabildiğimi düşünüyorum. Bilançodan memnunum.
Birkaç kitap daha yazabilirsem ne âlâ. Şunu da yapayım diye bir özel hedefim yok, yaptıklarımı iyi yapmaya çalışıyorum. Hâlâ YEM’de, Has Mimarlık’ta etkin olarak çalışıyorum.