Dünyanın En Tartışmalı Mimarı Rem Koolhaas

Rem Koolhaas'ın 2014'teki Venedik Mimarlık Bienali'nin küratörü olacağı spekülasyonu yayılırken, iddialı ve deneysel projeleri ile gündemden düşmeyen mimarı çağının en etkili isimlerinden biri yapan nedir?

Gündemden düşmeyen mimar Rem Koolhaas üzerine Nicolai Ouroussoff’un Smithsonian Magazine’de yayınlanan yazısı…

Rem Koolhaas 1970’lerde Londra’daki öğrenci yıllarından beri mimarlık dünyasında birçok tartışmaya yol açmıştır. Mimarlar inşa etmek ister ve bunun içinde çoğu eğer kendilerine iyi bir kazanç getirecekse yaptıkları işlerde değişiklik ve yumuşamalara razı olurlar. Fakat 67 yaşındaki Koolhaas birinci sınıf bir provakatör olarak itibarından hiç taviz vermedi ve tutucu dönemlerde bile hiçbir zaman -mış gibi davranmadı. Mimarın geçtiğimiz mayıs ayında tamamlanan Çin Merkez Televizyonu Binası kimi eleştirmenlerce dalga geçer gibi bir tutumun eseri olarak görülürken kimilerince ise bir baş yapıt olarak nitelendiriliyor. Modern Sanatlar Müzesi’nin bir bölümünü MoMA AŞ olarak tanıtım ve ticari amaçlı bir ofise dönüştürme tasarısı ve bir kedinin yumakla oynaması gibi Whitney Amerikan Sanatı Müzesi’nin kentin simgelerinden olan binası ile oynaması gibi gerçekleşmeyen ve reddedilen projeleri de dahil olmak üzere Koolhaas’ın önceki çalışmaları kariyerinin takipçilerini önce şaşırtıp sonra dehşete düşürüyor.

Koolhaas’ın yerleşik düzen ve gelenekler üzerinde köklü değişiklikler yapma alışkanlığı onu kendi kuşağının en etkili ve konuşulan mimarlarından biri haline getirdi. Hollanda firması MVRDV’den Winy Maas, Kopenhag kökenli BIG’den Bjarke Ingels de dahil olmak üzere mesleğin yükselen yıldızlarının büyük çoğunluğu onun ofisinde yetişti. Mimarlar yeni fikirler üretmek için onun kitapları karıştıyor, dünyanın her yerinden mimarlık öğrencileri ona imrenerek bakıyor. Zaha Hadid, Frank Gehry gibi kariyerleri boyunca kendi özgün tarzlarını belirginleştirmek için çabalayan benzer statüdeki diğer mimarların aksine Koolhaas tıpkı kavramsal bir artist gibi zihninde depoladığı sonu gelmeyen değişik fikirleri kullanarak yeni ve farklı olanın üzerine gitme eğiliminde.

Fakat Kollhaas’ın kültürel çevreye en etkileyici katkısını kentsel bir düşünür olarak yaptığını söylemek gerekir. 1920-30’larda Le Corbusier’nin modern şehir tasavvurundan sonra birçok mimarın yapamadığını yaparak Koolhaas bu konuda araştırma yapmak adına binlerce kilometre yolculuk yaptı ve bu yolculukları sırasında günümüz metropolünün değişimi, şehirlerin master planları, Paris’in banliyöleri, Libya’nın çölleri ve Hong Kong gibi pek çok konu hakkında yarım düzine kitap yazdı.

Hareketli doğası sayesinde umulmadık olana ilgisini daima korudu. İlk kez 2010’daki Venedik Bienali’nde gösterilen bir sergide, geçmişimizin temsilleri olan tarihi bölgeleri turistler için birer sahneye çevirdiği gerekçesiyle korumanın toplu bellek yitimine neden olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Kendisi şimdilerde kırsal bir alanda, nesiller boyu şehre modern yaşamın bir potası olarak bakan planlamacılar tarafından reddedilen bir tema üzerine kitap yazıyor. Koolhaas’ın kentsel görüşlerinin yer aldığı bu çalışmasının genelinde, her tür deneyime açık bir aşırılıklar dünyası olarak ifade ettiği metropol tasavvurunu görmek mümkün. Koolhaas, onun Rotterdam’daki ofisinde oturmuş son kitabının erken bir taslağının sayfalarını karıştırırken değişimin insanları korkuya sürüklediğini söylüyor. “Etrafımız şehirlerin çöküşe doğru gittiğini düşünen felaket tellallarıyla çevrili. Ben yeniliğe kucak açmış biriyim. Ben esas kimliği güçlendirecek sürekli değişimin yeni yollarını arıyorum. Bu inanç ve inançsızlığın ilginç bir kombinasyonu,” diyerek devam ediyor.

Aşağıya doğru incelen lacivert gömleği içerisinde uzun ve zinde gözüküyor, merakla parlayan gözleri var. Özellikle çalışmalarından bahsederken son derece sabırsız görünüyor ve sık sık bir kitap veya aklına gelen bir örneği bulmak üzere kalkıyor, oldukça heyecanlı. Firması OMA (Office for Metropolitan Architecture) bünyesinde, 325 mimardan oluşan bir ekip barındırıyor, Hong Kong ve New York’da şubeleri var. Koolhaas haşin bir liman kenti olan Rotterdam’ın görece yalıtılmışlığını tercih ediyor. Beton ve cam malzemelerin yoğunlukla kullandığı ofis tıpkı bir fabrika yapısı gibi büyük ve açık bir hacim olarak düzenlenmiş. Buluştuğumuz pazar sabahı bir düzine, belki biraz fazla sayıda mimar uzun çalışma masasındaki bilgisayarlarının önünde oturuyor. Bazıları neredeyse içine girebileceğin kadar büyük çok sayıda proje maketi her yere dağılmış durumda.

Benzer statüdeki birçok mimarın aksine Koolhaas’ı birçok yarışmada katılımcı olarak görmek mümkün. Bu süreç riskli olsa da yaratıcılıkta sınırları ortadan kaldırıyor. Firma, çoğu hiçbir zaman inşa aşamasına gelemeyecek bu projelere muazzam bir para ve emek harcıyor. Ancak Koolhaas’a göre bu kabul edilebilir bir tercih. Koolhaas para ve ekonomik konular üzerine hiç kafa yormadığını, mimar olarak bunun bir güç olduğunu ve kendini bu konularda sorumlu hissetmediğini, bunu bir yatırım aracı olarak gördüğünü söylüyor.

Koolhaas kentsel kuramları ile ilgili ilk deneyimini 1990’ların ortalarında Kuzey Fransa’da Lille’nin kent çeperinde bir zamanlar geçimini madencilik ve tekstilden sağlayan eski bir sanayi kentinin planlamasını yapmak üzere toplanan kurulda görevlendirildiğinde edinmiş. Yüksek hızlı trenle bağlantılı, Euralile projesi tren yolları ve ana yollar ile çevrelenmiş bir alanda yer alan alışveriş merkezi, konferans merkezi, sergi salonu, ofis kuleleri gibi işlevleri bünyesinde barındıran bir programdan oluşuyormuş. İsim yapmış mimarlar programda yer alan faklı işlevlerdeki yapıları tasarlamak üzere davet edilmiş. Koolhaas kongre merkezinin tasarımını yapmakla görevlendirilmiş.

İnşa edilişinin üzerinden yıllar geçtikten sonra, Congrexpo adı verilen kongre merkezinin önünde Koolhaas ile gelişmenin bugün ne durumda olduğunu görmek üzere buluşuyoruz. Elips şeklinde bir kabukla örtülü devasa bina, bir uçta 6.000 kişi oturma kapasiteli konser salonu, ortada 3 oditoryuma sahip konferans salonu, ve diğer uçta açık sergi alanı olmak üzere üç bölümden oluşuyor.

Bu cumartesi öğleden sonrası yapı bomboş. Koolhaas giriş izni için yetkililer ile irtibata geçmiş, içeride bizi bekliyorlar. Koolhaas yapının tasarımı için tutulduğunda henüz yükselen bir yetenekti, şimdi ise Pritzker ödülü kazanmış bir mimar, adına televizyon ve basında sıkça rastlanan, önemli bir kültürel figür. Yetkililer kendisiyle tanışmak için oldukça heyecanlılar, sanki onun varlığı bu uzak taşra kentine uluslararası bir geçerlilik getiriyor.

Koolhaas kibar ancak kaçmaya yer arar gibi bir hali var. İçilen bir bardak kahvenin ardından bizi mazur görmelerini isteyerek salondaki boşluklu mekanlardan kendi yolumuzda gezinmeye başlıyoruz. Ara sıra dikkatimi değişen ambiyans, oditoryumun kontrplak ve sentetik deri kaplaması gibi değişik mimari özelliklere çekmek için duruyor. Ana konser mekanına ulaşıyoruz, brüt beton bir kabukla çevrelenmiş, uzun bir süre orada duruyoruz. Mekan mükemmel orantılanmış, bu sayede balkonun en arkasında bile otursanız sahneyi en önden izliyormuşsunuz gibi bir izlenime kapılıyorsunuz.

Ancak gezintimiz sırasında beni en çok etkileyen unsur Koolhaas’ın büyük kentsel fikirlerini bir bina üzerinden ifade etmeyi başarmış olması oluyor. Congrexpo’nun eliptik, yumurta şeklindeki dış kabuğu tümüyle kendine yeten bir sistemi akla getirirken içeride birbiriyle rekabet halindeki mekanların kakafonisi hakim. Ana giriş holü heybetli beton kolonlarla desteklenir ve örtülü Roma kalıntılarını akla getirirken, sergi salonu tam tersi bir şekilde son derece aydınlık ve havadar. İki mekan arasında yaşanan gerilim sanki Koolhaas’ın esas endişelerinden birini dile getiriyor: Kent kültürüne zarar vermeden maksimum ölçüde kişisel özgürlüğü nasıl sağlayabilmek mümkün mü?

Euralille’nin geri kalanı ise biraz hayal kırıklığı yaratıyor. Dönüşüm projesi eski dönemlerde gerçekleştirilen başarılı kentsel planlamalarda gördüğümüz gibi bir bütünlük içermiyor. Kısıtlı bütçe sebebiyle binaların çoğunda kullanılan malzemeler ucuz ve kötü bir şekilde tahrip olmuş. Jean-Marie Duthilleul tarafından tasarlanan hızlı tren istasyonu büyük cam yüzeylere rağmen kaba bir görüntüye sahip ve içerisi oldukça havasız. İstasyon köprüsü ve yürüyen merdivenlerin yukarısına kullanıcıların raylara çöp atmamaları için konulan ilave metal kafes ise sadece atmosferi daha bunaltıcı bir hale getiriyor.

Her nasılsa zaman geçtikçe mekanlar arasında incelikli etkileşimler fark etmeye başlıyorum. Hareketin kalbinde yer alan üç köşeli meydan huzur veren bir odak noktası gibi, cephesi, trenler istasyondan yavaşça uzaklaşırken izlemenize olanak sağlayan büyük bir pencereye doğru hafif bir eğimle iniyor. İstasyonun arkasındaki metro platformu ve birçok katın birbirleriyle iletişimini sağlayan çapraz köprüler ve yürüyen merdivenlerin Piranesi’nin 18.yüzyılda yaptığı hayali hapishane gravürlerindeki baş döndürücü yer altı mahzenlerine benzer büyülü bir görünüşü var. Öte yandan istasyonun yukarısında Christian de Portzamparc tarafından bot şeklinde tasarlanan cam kaplı, yüksek çarpıcı yapı gözkyüzünde hoş bir stakato etkisi yaratıyor.

Euralille ne itici yapay cam kutulardan oluşmuş bir ızgara sistem ne de çocuklar için inşa edilmiş bir tema parkı. Şehir gerçekten mütevazi, gösterişsiz, popülist bir yer, caddelerde sıradan görüntülere rastlamak, asabi iş adamları, huysuz ergenler, işçiler, çiftler görmek mümkün. Asıl farklılığı ve değişimi birkaç blok ötedeki, yenilenen yaya yolları ve Disney’in ana yolunun Fransız versiyonunu andıran süslenmiş meydanıyla Lille’in tarihi merkezini dolaşmaya gittiğimizde görüyoruz.

Koolhaas’ın Euralille’daki başarısı hiç de küçümsenecek cinsten değil. Gelişim projesinin tamamlanmasının ardından geçen sürede küreselleşme, geleneksel modernizmin en kötü örneklerinden olan standartlaşmış ve işe yaramayan kent meydanlarını üretmeye devam etti. Bir zamanların kamusal alanları olan bu meydanlar çoğunlukla maddi gücü üyeliğe yetmeyenlere kapalı, binlerce güvenlik kamerası tarafından sürekli izlenen, çılgın tüketim kültürünün bir parçası haline geldiler.

Bu yeni dünya düzeninde mimarlık git gide kurumsal markalaşmanın bir biçimi olarak gözüküyor. Mesleklerinde yükselen bu insanlar en başlarda 20. yüzyılın temeli kütüphane, müze ve konut projesi gibi kamu yararına anlamlı işler üreteceklerini sanırken birden kendilerini bir takım değerlere o kadar da duyarlı olmayan gayrimenkul firmaları ve kurumsal şirketlerden oluşan bir tablonun, kalabalıkları cazibesiyle etkileyecek gösteriş yapıları isteyen ve gayrimenkul satmaya susamış bir müşteri kitlesinin karşısında buluyorlar.

Koolhaas 1955’te Allied Bombardımanı sırasında Rotterdam’da doğmuş, bohem ve kültürlü bir aile ortamında büyümüş. Büyükbabası Hollanda KLM Havayolları’nın genel merkezinin ve devlet sosyal güvenlik kurumunun yönetim binasının mimarıymış, babası etkileyici gerçekçi romanlar yazıyor ve sol eğilimli haftalık bir gazete yayınlıyormuş. Savaştan sonra aile Amsterdam’a taşınmış. Koolhaas öğleden sonralarını Alman işgali sırasında yıkılan devlet arşiv binasının kalıntıları arasında oynayarak geçirirmiş.

Mega bir kent ile ilk deneyimi ve kafasındaki tüm ahlaki çelişkilerin oluşumu, bir çocuk olarak babasının Endonezya özgürlük hareketi lideri Sukarno’nun denetimindeki kültürel bir kurumun yönetimini üstelenmesi nedeniyle gittiği Endonezya Jakarta’da yaşadığı dönemde gerçekleşmiş. Böylesi bir yoksulluğu daha önce hiç şahit olmadığını söyleyen Koolhaas kısa sürede gördüklerini yargılamadan bununla yaşamayı öğrenmesi gerektiğini farkına vardığını ekliyor.

20’li yaşlarının başında Amsterdam’a dönen Koolhaas radikal politikadan uzak durmuş, Avrupa kültür sahnesinin uzantısı Hollandalı sürrealist yazarlardan oluşan küçük bir gruba katılmış. İki çeşit 60’lar olduğunu söyleyen Koolhaas, birinin Antonioni, Yves Klein gibi avangard ve son derece modernist bir tutumu benimsemiş olduğunu diğerinin ise anglosakson, hipi, politik taraftan oluştuğunu söylüyor. Kendisinin avangard tarafta olduğunu belirtiyor. Koolhaas bir süreliğine gazeteci olarak çalışmış. Ressam mimar Constant Nieuwenhuys’un şehrin yüzlerce metre üstünde havada asılı duran kocaman çelik kafes sistemden oluşan kapitalizm sonrası bir şehir tasavvurunu eleştiren bir yazı kaleme almış. Sonrasında gaz bombasıyla kraliyet düğününü sabote etmek gibi planları olan ve otoriteleri hedef alan bir grup genç anarşitten oluşan Provos’u yeren bir hikaye yazmış. Hatta Koolhaas B-movie’nin başı Russ Meyer için her ne kadar filmi çekilmemiş olsa da bir senaryo bile yazmış.

Koolhaas 60’ların sonunda Londra AA’ye girdiği sırada muzip mizah anlayışı ile cürretkar bir düşünür olarak kabul görmüştü. Ünlü mimarın final projesi modern ütopya ve benzeri eğilimlerin küstahça eleştirisiydi. “The Voluntary Prisoners of Architecture” adını verdiği proje şehrin batı yarısını karşı konulamaz bir şehir fantezisine dönüştürmüş olan ve tasarımın başyapıtlarından biri olarak betimlediği Berlin Duvarı’nın kısmen modeliydi. Koolhaas’ın alaycı tasarısı Londra’nın merkezinden geçen geniş bir şeritte bireysel zevkleri karşılamak adına hedonistik bir alan yaratmaktı. Kent sakinleri oraya akın ederken, şehrin geleni kalanı bir harabeye dönüşecekti. (Son dönemde galeri ve müzeler OMA’nın mimari ve tasarım koleksiyonu içerisinde her şeyden çok Koolhaas’ın çizimlerine ilgi gösteriyor.)

Koolhaas’ın kitabı “Delirious New York” bir provakatör olarak irtibarını pekiştirdi. Koolhaas 70’lerin ortalarında kitabı yazdığında New York şiddet ve parçalanmanın girdabındaydı. Sokaklar çöplerle doluydu, Kuzey Bronx’ta apartman sahipleri sigorta paralarını almak terkedilmiş binaları yakıyorlardı, orta sınıf beyazlar şehrin dışına kaçıyorlardı. Birçok Amerikalı’ya göre New York modern Sodomdu.

Koolhaas’a göre bu potansiyel bir kentsel cennetti. Karısı Hollandalı ressam Vriesendorp ile birlikte gördüğü şeyi dışlanmış ve uyumsuzlar için bir barınak olarak nitelendirebileceğini söylüyor. Manhattan’ın eleştirilen ızgara sistemi en uç fantezilerden en marjinal altkültüre çok çeşitli insan faaliyetlerinin kendinden geçiren karışımı ile bütünleşmiş gibi görünüyor.

Kitabın kapağında yer alan Vriesendorp tarafından yapılan illüstrasyonda Empire State ve Chrysler Binaları ilişki sonrası uykudaymışçasına yan yana uzanıyorlar. Koolhaas “Bu New York’u umutsuz vaka olarak görenlere karşı bir tutumdu,” diyor ve “Daha makul olanı onu savunmak gibi görünüyordu, daha heyecanlı olanı ise buna konuda yazmaktı,” şeklinde devam ediyor.

Bu erken fikirler Paris’in içindeki ve çevresindeki bir dizi proje çerçevesinde kentsel bir strateji bünyesinde bütünleşmeye başlmış. Örneğin 1991’de ticaret merkezi La Defense’in büyümesi için açılan yarışmada Koolhaas bölgedeki birkaç kentsel simge, üniversite kampüsü ve mezarlık haricindeki her şeyi yıkıp Manhattan tarzı grid sistemle yeniden planlamayı önerdi. Fikir en değerli olanı tanımlamayı ve korumayı amaçlıyordu. Böylece sonrasında, istediği kentsel kaos için gerekli koşulları yaratmış olacaktı.

Koolhaas son zamanlarda “gösteriş için aşırı zorlama” olarak adlandırdığı şeye kendi sapkın işlerini en uçlara doğru çekerek tepki veriyor. Kendisinin son tasarımı da son derece anlaşılmaz ve acımasızca dolaysız bir mimari dile sahip. Örneğin CCTV binasının çarpıtılmış formuna bakarsak, yerden metrelerce yükseklikte açılı bir şekilde birleşen devasa boyutlardaki konsollar. Yapının biçimi bazı perspektiflerden kaba ve saldırgan, diğerlerinden ise neredeyse yıkılacakmış gibi kırılgan gözüküyor; belirsiz, güvenilmez zamanların mükemmel bir sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Buna karşın Dallas’taki Wyly Tiyatrosu (2009) çok işlevli bir makine olarak nitelendirilebilir: içi hareketli sahne ve bölücü duvarlarla kaplanmış devasa 11 katlı bir metal kutu.

Bu sırada onun kentsel çalışmaları git gide umutsuz bir ideale dönüşüyor. Charles Nehri boyunca Allston’a doğru büyümeyi içeren Harvard Üniversitesi 2001 Kalkınma Planı için Koolhaas daha bütünleşik bir kampüs alanı yaratabilmek adına nehrin yörüngesinde ufak bir değişiklik yapmayı önerdi. Son derece mantıksız olduğunu düşündükleri için Harvard yönetiminin hemen reddettiği tasarı içerisinde gizli bir mesaj taşıyordu: Amerika’nın 20. Yüzyılın ilk üç çeyreğindeki hayret verici büyümesi mühendislerin aşırı kibirleri ile inşa edildi. Roman Polanski’nin Chinatown’da tasvir ettiği Los Angeles’i düşünün, sırf San Fernando Valley’in gelişimini beslemek için suyun yönünü kilometrelerce uzunluktaki bir çölden geçecek şekilde değiştiren bir şehir. Koolhaas bu tasarısıyla böyle mucizelerin günümüzde mümkün olup olmadığını sormak ister gibiydi.

2008’de Dubai kıyısındaki bir yerleşim yeri için gerçekleştirilen yarışmada Koolhaas ortaya başka bir absürd fikirle çıktı, Atlantik boyunca sürüklenerek Basra Körfezi’nde sabitlenmiş Manhattan’ın şehir planını andıran kent bloklarından oluşan ve Dubai’nin sahte parıltısını engelleyen sıradan ev basit kent dokusu içeren bir yapı adası önerisinde bulundu.

Ancak küresel şehirleşmedeki ahlak bozukluğuna karşı en tatminkar ve gerçekçi cevabı West Kowloon Kültürel Bölgesi için olan önerisiydi. Proje Hong Kong Limanı’na nazır, denize dolgu bir arazide 99 dönüme yayılan kamusal alanlar ve konut birimlerinden oluşuyordu. Koolhaas bir yıldan fazla bir süre boyunca her ay proje üzerinde çalışmak için Hong Kong’a seyahat etti, sık sık dolaşmak için çevre dağlara geziler düzenledi, gezileri sırasında rastladığı göçmen konutları ve kırsal bataklıklardan etkilendi ve bu etkileşim sonucunda geniş ve ferah kamusal park üzerinde üç adet kent köyü düzenleme önerisinde bulundu. Fikir farklı ırk, sınıf ve kültürlere ait insanları bir araya getirecek sosyal bir karıştırma kabı yaratmak üzerine kuruluydu. Koolhaas “Hong Kong metropolit karakterine karşın kırsal bölgelerle çevriliydi. Gerçekten muhteşem bir prototip keşfettiğimizi hissettik. Köyler sadece çok iyi birer kent modeli değil, aynı zamanda sürdürülebilir de,” dedi.

         

Tecrübe hayal kırıklığı ile sonuçlandı. Öneri üzerinde bir yıldan fazla süren çalışmasının ardından Koolhaas projeyi yüksek teknolojili işleriyle göz kamaştıran Norman Foster’a kaptırdı.

Koolhaas’ı bundan daha çok rahatsız eden şey ise mimarlık ortamındaki artan tutuculuktan dolayı deneysel işlere bir karşı çıkışın söz konusu olmasıydı. (Son dönemde huzur veren sadeliği için övgüler alan David Chipperfield gibi çok sayıda minimalist estetik anlayışa sahip mimarın başarısına tanıklık ediyoruz.)

Koolhaas’ın yakın çalışanlarından biri şöyle söylüyor: “Her zaman Rem’in yaptığı projelerin ne kadar tehditkar olduğunu farkında olduğunu düşünmüyorum. Hong Kong şehrine köyler inşa etmeyi öneren fikri Çinliler için oldukça korkutucu çünkü bu aslında tam da onların kaçmaya çalıştıkları şey.”

Koolhaas her zaman güzellikleri ötekilerin kent enkazı olarak baktıkları alanlara yerleştirmeye çalışıyor ve bu şekilde yaparak da bizleri ötekilere daha açık kalmaya teşvik ediyor. Onun ideal şehrini, West Kowloon projesini tasvir etmek için kullandığı kendi sözleri “Tüm İnsanlar için Her Şey” şeklinde betimlemek mümkün gibi gözüküyor.

Onun bu vizyona olan inancı henüz sıcaklığından bir şey kaybetmemiş gibi görünüyor. En yeni projelerinden biri olan yapım aşamasındaki Taipei Performans Sanatları Merkezi, CCTV Binasının karmaşık nitelikleri ile Wyly Tiyatrosu’nun açık sözlüğünün bir birleşimi. Koolhaas aynı zamanda şehir planlama projeleri ile ilgili çalışmaya da devam ediyor. Mimarlık cemiyetinden aldığımız duyumlar yakın zamanda gerçekleştirilen ve sonuçları henüz halka arz edilmemiş olan Katar Doha’da havalanı ve çevresi kentsel tasarım projesi yarışmasını kazanmış olduğu yönünde. Eğer bu doğruysa proje Koolhaas’ın Euralille’den beri hayat geçirilen ilk büyük kentsel tasarım projesi olacak.

Koolhaas kırsal hakkında bir kitap yazmayı ilk, eski dostu, tasarımcı Petra Blaisse ile İsviçre Alpleri’nde yürürken düşünmüş. (Birkaç yıl önce eşiyle ayrılan Koolhaas şimdi Petra ile Amsterdam’da yaşıyor.) Bir köyden geçerken ne kadar yapay gözüktüğünü fark etmenin şokunu yaşamış. “Biz buraya belirli bir düzen ile geldik ve ben zamanla çevrede belirli kalıpları tanımaya, fark etmeye başladım,” diyen Koolhaas devam ediyor “İnsanlar değişmişti, çayırlardaki inekler farklı görünüyordu ve şunu anladım biz bu konu üzerinde yıllarca çok çalıştık fakat noktalarla hiçbir zaman bağlantı kurmadık. Bu bir çeşit yüceltilmişlikti.”

Kitabının ilk kopyasında, şatafatlı, yenilenmiş taşra evleri ve genç göçmenlerin görüntüleri koyu bir gölgede asırlar öncesinden kalan Rus köylülerinin fotoğrafları ile yan yana dizilmiş. Bir tablo son 150 yılda tarım da meydana gelen düşüşü gösteriyor. Koolhaas Amsterdam’ın dışında bir kırsalda 10 km2‘lik bir alanın içine dağılmış güneş paneli tedarikçisi, yatak ve kahvaltı, hediyelik eşya mağazası, dinlenme merkezi ve heykel bahçesini bünyesinde barındıran çoğu Polonyalı olan çalışanlar tarafından işletilen bir çiftlik keşfediyor. Traktörleri robotlar sürüyor ve süt ineklerden sağılıyor.

Koolhaas kitabın çok önemli bir konuya değindiğini söylüyor: Modernizasyonun durmak bilmeyen hızı ile nasıl uzlaşabiliriz? Koolhaas’ın taslaklarından birinde yazdığına göre kırsal bölgeler hızlandırılmış şehirlerden daha geçici ve değişken. “Eskiden mevsimlerin boyunduruğunda olan dünya şimdi genetik deneyler, mevsimsel göç ve endüstriyel nostaljinin zehirli bir karışımı.”

Ona bu duruma bir fırsat olarak mı yoksa kabus olarak mı baktığını kestirmenin oldukça güç olduğunu söylüyorum. “Bu benim bütün hayat hikayemi oluşturuyor,” diyor Koolhaas ve devam ediyor “Akıntıya karşı gelmek mi onunla birlikte ilerlemek mi? Bazen onunla birlikte ilerlemek azımsanıyor. Mutlak gerçeklerin kabulü, idealizmi imkansız kılmaz, mutlak ilerlemeye öncülük eder.” Aslında Koolhaas’ın şehirciliğinin var olan ile hayal ettiğimiz dünya arasındaki uç noktada bulunduğunu söylemek mümkün gibi gözüküyor.

Etiketler

Bir yanıt yazın