Doğumu 1924 yılına dayanan Emek Sineması, Cumhuriyet döneminin en eski sineması olma unvanına sahip.
Toplumun en büyük kültürel emeklerindendir. Sinemanın bulunduğu binanın inşası ise çok daha eskilere, 1884 yılına kadar gider. Tarihi binanın ve sinemanın aslına uygun bir biçimde korunacağı söylense de geçmişte bu alanda verilen ve tutulmayan sözleri düşündüğümüzde şüphe etmemiz, endişelenmemiz kadar doğal bir şey yoktur.
Sadece Emek değil ki; AKM gibi, kapanan çok sayıda tiyatro, betonlaştırılan parklar, İnci Pastanesi, Saray Sineması ya da Markiz gibi…
Yaşadığımız devirde hüküm süren rant sevdası öyle güçlüdür ve bu sevdaya kapılanlar sanattan, kültürden kendilerini öylesine soyutlamışlardır ki, bu anlamda önlerine çıkardığınız herhangi bir değeri, birikimi, üzerlerini en ışıltılısından AVM’lerle örterek ezip geçebilmektedirler.
Yüzyıllara meydan okuyarak ayakta kalmış tarihin bu ev sahibi mekânlarının, temsil ettikleri kültür, tarih ve yaşam biçimleriyle birlikte, bundan belki de yüzyıllar sonra kim bilir hangi parlak ve gösterişli yapının inşası sırasında dozer kepçelerine takılmak ve gereksiz “çanak çömlekler” olarak ayaklara dolanmak üzere yer altına gömülme ihtimalleri…
İşte bu ihtimal ve Emek’e vurulan ilk kazma, sanat, kültür ve tarih duyarlığı yüksek insanları sokaklara dökmeye yetti.
Cezalarını ise cop, tazyikli su ve biber gazıyla çekiyorlar.
Emek yoksa ben de yokum diyen Atilla Dorsay da hiçbir şeyi değiştiremediğine inandığı kaleminden, birikiminden mahrum bırakarak başta kendisine ve topluma bir tür ceza vermek istiyor belki de…
Anlamak isteyene elbette.