Ahmet Turan Alkan Maksem hakkında yazmış...
Taksim’de, Maksem binasının alt tarafına düşen yerde bir cami yapılması güzel fikir, ihtiyaç var; üstelik yeri itibariyle kimsenin hayat tarzına müdahale edebilecek bir hâli de yok fakat şimdilik “fazla modern” bulunduğu için Başbakan tarafından reddedilen türden bir projeye konu olacaksa, bu caminin benim hayat tarzıma yönelik bir “kalkışım” olacağını şimdiden söylemek isterim; itirazım var.
İki gün önce gazetede gördüm Başbakan’ın reddettiği projeyi. Alüminyum bir tepsi üzerine oturtulmuş yine alüminyum tellerden mâmul bir sahana benziyor. Başbakan’ı red kararından ötürü tebrik ediyorum ama fazla ümitli de değilim, zira Başbakan’ın Çamlıca’ya revâ gördüğü cami projelerinin hâl-i melâlinden sonra onun zevk-i selîmine pek güvenim kalmadı. Projede üstlendiği tek seçicilik görevinin gereksizliğini ve netâmelerini hatırlatmaya lüzum görmüyorum. Düşününüz ki Başbakan, alüminyum tepsideki sahan projesini beğenseydi iki seneye kalmadan o garip tasarım Maksem’in ardından yükseliverecekti. Sayın Başbakan, niçin mimarlık ve estetik meselelerinde kendini bütün topluma muallimlik edecek kertede yeterli görüyor bilmiyorum; velev ki öyle olsa bile, bu meselede olsun kenarda durmayı seçse daha hoş olmaz mıydı?
Projesinin mimarı, “Hoşunuza gitmediyse hemen değiştirelim” demiş; benim fikrimi sormuyor tabii, sözlerinin muhatabı Başbakan’dır. Doğrusu büyük mahviyetkârlık, modern mimarlık adına büyük bir fedakârlık. Peki, proje gerçekten de “fazla modern” mi? Değil, keşke olsaydı; zira modern değil bir kere veya “Modern bile değil” demeliydik. Modernlik kavramı bir kısım muhitlerde yozlaşma veya Batı mukallitliği ile bir tutulduğu için kelimenin iffeti haleldâr oldu. Her tuhaflığı modern sanıyoruz; hâlbuki modern’in bile bir karakteri, canı, gururu, kendine mahsus bir anlam dünyası ve ciddiyeti var. Modern mimarlık saygıdeğer bir anlam dünyasıdır, ülkemizde bile (nadir de olsa) iyi ve mümtaz örnekleri mevcut fakat “Minarelerdeki dört hilâl, dört halifeyi, büyük olanı ise İslâm dinini simgeliyordu” türünden gülünesi teşbihlerle naif müşteri tavlama taktiklerini modernlikle karıştırmamak gerekir. Dinî mimarlığımıza sirayet eden sembolik anlatım düşkünlüğünden ve ille de, yer yer Hurûfîliğe kadar uzanan “Yersen yoğurt içersen ayran” hallerinden bîzârız. Yeter! Sembolik veya düpedüz Hurûfi metaforlarla anlam kazandırılmayacak bir bina bile gösteremezsiniz bana ama câmi inşaatı işverenleri böyle izahlardan haz ediyor olsalar gerek ki, kubbeyi tutan fil ayaklarının çap ölçüsünden bile dinî mânâlar istihrâc edebilen mimarlar eksik olmuyor.
Taksim’e cami lazımdır; yeri de münasiptir velâkin ne tarz bir mimari ile inşâ edileceğine dair derin endişeler içindeyim. Şahsî kanaatimce bu proje, “Taksim’in de tâ ortasına oturtalım yüksek kubbeleri, dikelim füze gibi minâreleri de lâdinîlere nisbet olsun, münâfıklar çatlasın!” önyargısıyla ele alınmamalıdır. En evvel bina, hemen komşusu tarihî Maksem binâsının dokusuyla mütenâsip ve mütevâzı bir ifâdeye bürünmelidir. Ölçüleri, özellikle yüksekliği abartılmamalıdır. Proje tek seçicinin insafına bırakılmak yerine yarışma yoluyla sağlanan projeler başta Taksim ahalisinin ve esnafının, sâniyen isteyen herkesin oy kullanabileceği ciddi bir halkoyu anketiyle seçilmelidir. Projesini sembolik anlatımlarla pazarlamaya çalışan müellifler peşinen yarışma dışı bırakılmalıdır. Arsası için istimlâkte bulunan devlet üzerine düşeni yapmıştır; cami inşaatını devlet değil, hayırseverler üstlenmelidir. Kimse merak etmemelidir ki, “Taksim’e yapılan camide benim de tuğlam bulunsun” diyecek câmi cemaati, Türkiye’nin dört yerinden hızla bu projeyi omuzlayıp götürür.
Pişmiş aşa su katmıyorum, gelecek kuşaklara kendi mektubumu yazıyorum; bilsinler ki, böyle düşünenler de vardı!