Şüphesiz bu yılki İstanbul Bienali'nin yıldızı Akram Zaatari... Lübnanlı sanatçının Eric Rohmer'e atıf yaptığı filmi, bienalin en erotik işi
‘İzleyici dostu’ gibi görünen lakin fazla iş ve güçlü isimlerle dolu bir bienalle karşı karşıyayız. Bu bienalin sanırım en büyük özelliği ve iddiası, kurguyla gerçeği daha doğru söylemek gerekirse belge olanla kurguyu birarada, yirmi birinci yüzyılın başında belgenin iflas ettiği vurgusuyla yan yana getirmesinde… Bu iddialı tavrı en çok hissettiğimiz bölüm şüphesiz ‘Ateşli Silahla Vurulmuş’ bölümünde Chris Burden’ın kendini vurdurduğu performansına eşlik eden meşhur Pulitzer ödüllü Vietnam savaşı deyince akla gelen foto muhabir Eddie Adams’ın fotoğrafları ve Roy Lichtenstein’ın Time dergisi kapağı, bu iddiayı en net okuyabildiğimiz köşelerin ilkini oluşturuyor. Örneğin yine bu bölümde hayatını Sicilya’da mafyanın öldürdüklerini belgelemeye adamış belgesel fotoğrafçı Letizia Battaglia’nın ölüm anı fotoğrafları adeta bienalde artık belge değil, ölümü ebedileştiren kurgu sahne imgeler olarak yeniden nefes alıp veriyorlar. Bu belge ve kurgu imgeyi denkleştirme bir bakıma iç içe geçirme çabası aslında bütün bienale hakim…
Bienalin zaafı
Öte yandan bölüm bölüm kurgulanan bienalin en büyük zaafı, fazlasıyla bölüm başlıklarına göre tanzim edilmesi. Dolayısıyla yapıtların özgürlüğünü kısan ve kısıtlayan bir didaktizm yaratması. Pasaport bölümündeki haritalı ya da valizli işler gibi 12. Documenta’da tekrar keşfedilen Charlotte Posenenske’nin işleri, Füsun Onur’un giderek minimalize olan rahle benzeri nesnesi, soyutlama başlığı altında fazlasıyla kategorize edilerek anlamlarını çoğaltamama endişesi yayıyorlar.
Şüphesiz bu bienalin yıldızı Akram Zaatari… Lübnan’lı sanatçının Eric Rohmer’e atıf yaptığı filmi, bienalin en erotik işi.. Ross dışında diğer bölümlerde yer alan fotoğrafları ise Tayfun Serttaş’ın Stüdyo Osep’i gibi Stüdyo Şehrazat’ın arşivinden son derece ilginç fotoğraflara yer veriyor.
Şahsen en etkilendiğim bir iş de Bisan Abu-Eisheh’in ‘Evcilik Oyunu’. Yerlerinden edilen Filistinlilere ait hırka, çocuk pabucu gibi kalıntılardan oluşan iş, bienalin en politik ve duyarlılık içeren işi. Bienalin bir başka aksan koyduğu konu da kadın sanatçılar… Yüzyıl başından ve dünyanın değişik coğrafyalarından belgeselci ve kavramsal kadın sanatçıların (Tina Modotti, Geta Bratescu, Dora Mauer…) içinde Martha Rosler’ın kolajlarıyla Yıldız Moran’ın Anadolu fotoğrafları kurgu ve belge olanı denkleştiren bienale katkısı tartışılmaz.
Ross bölümü güçlü
Arzuyu ele alan ‘Ross’ ise serginin bir diğer güçlü bölümü… Burada da bölüm başlığının limite edici öğretici ağından kurtulabilenlerin başında Catherine Opie’nin fotoğrafları, Teresa Bunge’nin çizimleri, Juan Capistran’ın heykeli ve ünlü ikili Elmgreen&Dragset’in yerleştirmesi geliyor.
Mekanın mimarisinin de sergiye bir ufuk çizgisi kattığını, sergiyi gezen izleyicinin ufkunda beliren manzaraya başka izleyicilerin müdahil olmasıyla izlenen ve izleyicinin de denkleşmesinin başarıyla kotarıldığını ve antrepoda böylesine bir mimari düzenlemenin sonucunun Dan Cameron’un 8. İstanbul Bienali’ndeki gibi bir hüsran olmamasına keyiflendiğimi ayrıca eklemek isterim.