Açıkça görüldüğü üzere bugünkü yaşam tarzımız sürdürülebilir bir yaşam tarzı değil ve daha fazla devam edemez. Peki tarih neden bu konuya tamamen kayıtsız?
İklim değişikliğine karşı yapılan uyarılar ve çevresel kampanyalar sanayileşmiş ülkelerin, doğanın tolare edebileceğinden çok daha fazlasını kullanmış olduğu üzerinde duruyor. Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın son bildirgesine göre sanayileşmiş ülkelerin kaynak kullanımlarını önemli ölçüde azaltması gerekiyor. Bu söylem gitgide daha da sıradanlaşıyor. Mevcut yaşam tarzımız bencilce ve sürdürülemez nitelikte. Dünyayı harap ediyoruz ve geriye kalan son kaynakları da silip süpürüyoruz. Yağmur ormanlarını kesiyoruz, suları kirletiyoruz, bitkileri ve hayvanları öldürüyoruz, ozon tabakasını tahrip ediyoruz, fosil yakıtlara olan bağımlılığımız sonucu dünyayı yakıyoruz ve gelecek nesillere yıkıma uğramış bir gezegen bırakıyoruz.
Bir başka değişle, insanlığın sonu geliyor. Bu hikaye inandırıcılık konusunda şüpheye yer bırakmasa da özünde doğru değil ve çok haşin bir sonuç kısmına sahip. Trajiktir ki abartılı çevresel kaygılar ve pek çok insanın bu kaygılara inanma hevesi en nihayetinde bizi gezegenimizi kurtarmak ve gelecek nesiller için çevresel sağlığı iyileştirmek için akıllıca yollar bulmaktan alıkoyacak.
Aslına bakılacak olursa, insanlık tarihi boyunca doğal afetler hep bir kenara itilmişti ancak şimdi teknolojik gelişmeler ve inovasyonlar sonucu bir daha asla aynı hataları tekrarlamayacağız. Değişiyoruz ve artık öngörülen sorunların önüne geçiyoruz.
Bugünkü karbon salınımı kesme üzerine gerçekleştirilen tartışmaları düşünelim. İnsanları kararlı bir şekilde karbon yayan yakıtları kullanmamaya zorlayacağımıza, karşılanabilir ve etkili bir alternatif yaratmadan CO2 salımının kesilmesinde hiçbir gerçekçi ilerleme kaydedemeyeceğimizi fark etmemiz gerekiyor. Ancak bugün bu noktadan oldukça uzağız. Rüzgar enerjisi ve güneş enerjisi gibi gereğinden fazla abartılmış teknolojiler çok pahalıya mal oluyor ve ucuz fosil yakıtlarla karşılaştırıldığında daha düşük verim sağlıyor. Şu anki teknoloji yeterince etkili olsaydı, örneğin rüzgar enerjisini kullanma konusunda ciddi olsaydık, enerjisini bu yolla sağlamaya çalışan ülkelerde yaşayan herkesin evinde mutlaka bir battaniyeye ihtiyacı olurdu ve hala bu enerjiyi depolama konusunda büyük sıkıntı çekiyor olurduk. Rüzgar esmediği zaman ne yapacağımıza dair bir fikrimizin olmayışı da bir diğer problemi oluştururdu.
İşe yarar atılımlar gerçekleştirebilmek, birçok teknolojik konuda büyük gelişimler gerektiriyor. Küresel ısınmaya karşı geliştirilen sürdürülebilir müdehaleler bize, alternatif enerji araştırmaları ve yatırımları konusunun gitgide daha ciddi bir şekilde ele alındığını gösteriyor. Bu gelecek nesillere en azından bizimle aynı fırsatlara sahip olabilmeleri için daha fazla imkan veriyor.
Peki tam olarak sürdürülebilirlik mümkün mü? 14 yıl önce Birleşmiş Milletler Dünya Komisyonu (UNWC) “Ortak Geleceğimiz” adını taşıyan çevre ve kalkınma raporunda, Gro Harlem Brundtland başkanlığında bu kavrama dair en geçerli tanım sağlandı. Sürdürülebilir kalkınma “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek nesillerin ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetinden ödün vermeden karşılama” olarak tanımlanıyor. Başarının ölçütü ise gelecek nesillerin sahip olduğu imkanların bizim sahip olduğumuz imkanlarla eşdeğer olup olmadığında yatıyor.
Bu kavram “geçmişte yaşadığımız hayat sürdürülebilir değil miydi?” sorusunu akıllara getiriyor.
Aslına bakılacak olursa, hemen hemen hiçbir yöntem insanları gelecek nesillere miras bırakmak adına bile olsa yükselen fırsatlardan ayıramaz. Bu sadece kalkınmış ülkeler için değil aynı zamanda kalkınmakta olan ülkeler için de geçerli. Son birkaç yüzyıl içinde tarihimizin en zengin çağını yaşıyoruz. Kişi başına düşen mevcut üretim -bir bireyin tüketebileceği ortalama miktar- 1800 ve 2000 yılları arasında 8 kat arttı. Geride bıraktığımız son 60 yılda yoksulluk oranı, son 500 yıla kıyasla çok daha fazla bir oranda düşüş gösterdi. Sadece önümüzdeki on yıl içinde, Çin dış destek almaksızın 200 milyon vatandaşını yoksulluk sınırının üzerine çıkaracak. Bundan 25 yıl önce gelişmekte olan ülkelerde her 2 kişiden biri yoksul iken, günümüzde bu tablo 4 kişiden birinin yoksul olduğu yönünde. Gelişmekte olan ülkeler, daha yapılması gereken çok şey olmasına rağmen, kişi başına düşen net gelir artışı ile 1950’lerden bu yana çok daha zengin bir hale gelmiştir.
Bu büyüme sadece parasal anlamda gerçekleşmiyor. Dünya aynı zamanda çok daha eğitimli bir hale geliyor. Gelişmekte olan ülkelerde gençler arasında okuma-yazma bilmeyenlerin oranı 1900’lü yılların başlarına kıyasla %75 oranında azalarak %12’ye düştü. Her geçen gün daha çok sayıda insanın su kaynaklarına ve sağlık hizmetlerine erişebilirliği ve sağlık ile gelir durumu iyiye gidiyor. Birleşmiş Milletler Besin ve Tarım Organizasyonu’na göre gelişmekte olan ülkelerde yetersiz beslenen insanların oranı, 1950’lerden bugüne %50’den fazla bir düşüşle %16 seviyesine ulaştı.
İnsanlar artık daha çok gelirin ve daha yüksek bir eğitim seviyesinin yanı sıra kendilerine ayırabilecekleri daha fazla boş zamana sahip. Bir çok gelişmiş ülkede, mevcut verilere göre, yıllık çalışma saatleri, 19. yy’ın sonundan bu yana oldukça önemli bir düşüş kaydetti: günümüzde o zamanki çalışma saatlerinin yarısı kadar çalışıyoruz. Son 30 yılda kadın ve erkek için toplam boş zaman ev içi hizmette sağlanan kolaylıklar ve iş yükü indirimleri sayesinde artış göstermiştir. Küresel bağlamda, ortalama insan ömrü 1900’lerde 30, 1960’larda ise 52 iken bu rakam günümüzde 69. Kamu sağlığındaki ilerlemeler ve teknolojik yenilikler insan ömrünü önemli ölçüde uzattı.
Teknolojik yeniliklere ve daha zengin bir gelecek yaratmak için tasarlanmış yatırımlara odaklanılması, bu hatırı sayılır gelişimlere erişilmesini ve bu gelişimlerin süreklilik kazanmasını sağlamıştır. Başlıca problemlerin devam ediyor olmasına rağmen gelecek oldukça ümit vaad edici görünüyor. Birleşmiş Milletler’in hesaplamalarına göre bu yüzyılda yeryüzündeki insan nüfusu bugünkünden 14 kat daha zengin olacak. Gelişmekte olan ülkelerde ise orta sınıf mevcut konumundan 24 kat daha zengin hale gelecek. Birleşmiş Milletler’in hesapları, bu yüzyılın sonunu ile birlikte ortalama yaşam ömrünün 85 yaş olacağı, neredyese her insanın okuma-yazma bileceği ve besin maddelerine, su kaynaklarına ve sağlık hizmetlerine erişebileceği yönünde.
Bu şaşırtıcı gelişmeleri kutlamak yerine birçoğunu tatsız bulabilirsiniz. Tüm bu sonuçlardan ders çıkarmak ve bir şeyler öğrenmek yerine, kendimizi suçlayıp, bu tahribattan sorumlu tutarak yıpratıyorurz. Büyük ihtimalle bu iddiaların birçoğunun geçmişte gelişmiş olmasına rağmen, şu kesin ki gelecek için hiçbir önem taşımıyor. Çünkü çevreyi tahrip ediyoruz.
Ancak çok hızlı olduğumuz söylenemez. Son on ylıda, gelişmiş ülkelerdeki hava kalitesi oldukça iyileşti. Neredeyse her gelişmiş olan ülke, 1970’lere kıyasla daha temiz bir havaya ve daha kullanılabilir su kaynaklarına sahip. Londra, asırlarca hava ve çevre kirliliği ile meşhurken şimdi ortaçağdan beri en temiz havaya sahip olduğu dönemini yaşıyor.
Gelişen dünyanın megakentleri arasında en çok nüfusa sahip olan şehirlerden bazıları Şangay, Yeni Delhi ve Mexico City. Ancak gelişmiş ülkelerin geçmişlerini hatırlamakta fayda var. Birkaç yüzyılı kapsayan bir dönem içinde, daha fazla kazanç daha fazla çevresel kirlilik anlamına geliyordu ve 1930 ile 1940’ların Londra’sı tüm bu günümüzün mega şehirlerinden çok daha kalabalıktı.
Sonuç olarak artan refah düzeyi ile birlikte, gelişmiş ülkelerde giderek çok daha temiz bir çevre sağlamayı başardık. Bu iyileşme bazı zengin ama aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerde de gerçekleşiyor. Mexico City’de hava kirliliği seviyesi farkedilir ölçüde bir düşüş gösteriyor. Hava kirliliği insanlık için büyük bir tehdit oluşturmuyor olabilir ancak aynı olumlu gidişatı su kalitesinde de görmek mümkün. Benzer şekilde ormanlar da her ne kadar yoksul ülkelerde açlığa tercih edilerek tarlalara çeviriliyo olsa da refah düzeyi yüksek ülkelerde tekrar geliştiriliyor.
Günümüzde elbette küresel ısınmanın varlığı çevresel sorunları gölgesinde bırakıyor. Dünya aşırı ısınırken, yeşil alanlardaki, hava ve su kalitesindeki artış pek bir şey ifade etmiyor. Küresel ısınmaya, fosil yakıtlara olan bağımlılığımız neden oluyor. Bu gün yaşamakta olduğumuz sorunların çoğu daha da kötü hale gidiyor ve dünyanın bazı yoksul bölgelerinde yetersiz beslenme ve hastalıklarla mücadelede kaydedilen ilerlemeler yavaş bir gidişat sergileyecek. Tüm bunlar çok ciddi sorunlar olsa bile kıyamet günü görüntüleri ile felaket tellallığı yapanlara müsamaha göstermemek gerekiyor.
Edinilen tecrübelerden biliyoruz ki refah düzeyi yüksek olan ülkelerde iklim değişikliğinin doğuracağı zorluklara çözüm üretmek daha mümkün. Bü ülkeler doğal afetlere karşı çok daha fazla dayanıklı iken taşkın koruma ve yeşil şehir gibi önlemlere yönelik yatırımlar için çok daha elverişli. Öte yandan, insanların daha bilinçli ve doğaya karşı daha korumacı bir tutum içinde olduğundan emin olmak yerine küresel ısınmaya verilen cevap karbon slımını kesmeye çalışmak oldu. Bu ise büyümenin dizginlenmesine ve başka şekilde yapılabileceklerin çok daha azının yapılabilmesine yol açtı.
Yetersiz beslenme, hastalıklar ve çevrenin tahribatı gibi pek çok soruna yeni yolların keşfi, innovasyonlar ve gelişmeler aracılığı ile çözüm bulundu. Doğal olarak Çin gibi milyonlarca insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir ülkeye enerji üretmek için kömür kullanmayın, gelişimi geriye sarın ve yoksul yaşantınıza geri dönün demek ve bundan bir sonuç beklemek çok da mantıklı değil.
Sanayileşmiş ülkelerin, 1990-2000 yılları arasında Rio de Janeiro’da büyük tantanalarla verdiği karbon salımını büyük ölçüde kesme kararı, bizim görüşümüze göre oldukça erken bir hareketti ve beklendiği gibi süratle başarısız ve uygulanamyan bir proje haline geldi. 2009 yılında Kopenhag’da gerçekleştirilen Kyoto sözleşmesinde, karbon salınımının azaltılacağına dair verilen sözlerin tutulmaması ve başarısızlığa uğranmasına rağmen delegeler gelecek yıl aynı toplantıyı Güney Afrika’da gerçekleştirmeyi planlıyor. Ancak şu bilinmeli ki tutulamayacak sözler vermek dünyamızı daha sürdürülebilir kılmıyor.
Çin’deki ve diğer gelişmekte olan ülkelerdeki sanayi bölgelerine giden herkes, buralarda çözülmesi gereken çok ciddi sorunların olduğunu bilir. Ancak şu son yüzyılda özellikle teknoloji alanında katettiğimiz yol insanlığın daha iyi bir yaşam koşullarına ve daha kaliteli, temiz bir çevreye ulaşmış olduğunu gösteriyor.
Yeniliklerle ve yaratıcı çözümlerle geçmişte nasıl büyük sorunların üstesinden gelindiğini çok kolay unuttuk. Sürdürülebilir bir yaşam geçmişten ders alarak yaşamak demektir ve gelecek nesillerimize bırakabileceğimiz en değerli miras, önlerindeki cevapsız sorulara esnek cevaplar üretebilecek kadar refah içinde olmalarını garanti altına almaktır.