Gezi Parkı olayları başladığında en çok yapılan yorumlardan biri şuydu: Bu birkaç ağaç meselesi değil…
Evet ama meselenin aslında birkaç ağacı da içine alan ve fakat parktan çok daha büyük boyutlu ortak bir mülkiyetin paylaşımı ve kamusal faydanın tarifi meselesi olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.
Hızla büyüyen ekonomisi ve sanayi gelişimi ile Türkiye ‘de giderek daha sık ortaya çıkacak bir soru, özel girişim ve kamuya fayda arasındaki ikilemi çözmeye yönelik olacaktır. 1968’de Amerikalı ekolojist Garrett Hardin ‘Ortak Kaynakların Paylaşımı Trajedisi’ adlı makalesini yazdığında, 2. Dünya Savaşı sonrası hızla gelişen bir ülkede paylaşılan ortak mülkiyetin sürdürülebilirliği ile ilgili endişelere ait ilk işareti vermişti. Son on yılda kırk bin maden ruhsatının verildiği, dört yüz bin hektar ormanlık arazi satışı ve kullanımı ile pek yakında yeni bir arazi geliştirme döneminin başlayacağı ülkemizde Gezi Parkı olaylarının başlangıcına bir de bu çerçeveden bakıldığında durum daha net anlaşılabilir.
Hardin’den daha önce 1962 yılında Rachel Carson ‘Sessiz Bahar’ adlı kitabı ile tarımsal ilaçlama örneğinden yola çıkarak büyük kimya şirketlerinin devlet kontrolünden çıkması ile meydana gelen tarım krizini ve özel girişime fayda ile kamuya fayda arasındaki büyük çatışmayı gözler önüne sermişti. Bundan sonra modern çevreci hareket iktidarları temelde tek bir karar için sonuna kadar zorladı: Özel girişim mi, kamu faydası mı? Çevreci hareketin devamında tüm iktidarlar sadece ABD ‘de değil Avrupa’da da bu sorunun cevabını vermek zorunda kaldılar. Maalesef ülkemizdeki mevcut resim de şu anda bize sadece ortak kaynakların paylaşımı trajedisini gösteriyor: Daha hızlı büyüme için sonsuz zannedilen kaynakların kullanımı, bu paylaşımda oluşacak kamu ve özel girişim arasındaki çatışmaların göz ardı edilmesi ve genel kamu çıkarının maddi değerini göz ardı eden finansal yatırım analizleri.
Türkiye’de modern çevreci hareket Gezi Parkı olayları ile yüzünü ilk kez kitlesel bir seviyede göstermiş ve ilk kez hatırı sayılır büyüklükteki bir grup karar vericilerin ortak bir mülkiyetin paylaşımı konusunda aldığı kararı sorgulamış, ‘hayır’ demiştir. Üstelik bu sorgulama toplumun ilk tepkisini politik gündemin çok daha farklı alanlarına kaydırmış ve olaylar hızla büyümüştür. Buna da şaşırmamak gerekir. 1960’larda benzer çevreci tepkiler de çoğunlukla siyah Amerikalılar için vatandaşlık hakları hareketi ve Vietnam Savaşı protestoları ile birleşmiştir. Bunun son örneğini Fukushima nükleer kazası sonrasında Almanya Başbakanı Merkel’i bütün nükleer santralları kapatması için zorlayan gösterilerin kısa bir süre içinde ekonomi politikalarını da sorgulayan bir protesto zincirine dönüşmesi oluşturmuştur.
Bu noktada iktidar partisinin yüz yüze kaldığı bir ikilem oluşması çok normal. Türkiye’nin ekonomik olarak büyümesini, sanayi kaynaklı gelişmede büyük hamleler yapmasını sağlayan ekip artık bir de nerede ne zaman frene basacağının, kamusal hakka ait önceliklerin şeffaflık ve hesap verilebilirlik çerçevesinde planını yapmak ve uzun vadeli bir ekopolitika oluşturmak zorundadır. Bugüne kadar ekonomik baskılarla özel girişime faydayı önceliklendiren bir anlayışın bir anda kamu sağlığı ve refahını da geniş yatırım planlarının önemli bir parametresi haline getirmesi bir dezavantaj gibi gözükse de aslında bir avantaj olarak degerlendirilmeli. Çünkü yeni bir bakış açısı ile böyle bir değişimin hem toplumu rahatlatan etkileri orta vadede iktidara politik faydalar sağlayacak hem de uzun vadede sürdürülebilir bir ekonominin temelleri atılacaktır.
Tabii ki Gezi Parkı ile ortaya çıkan olaylar özellikle belli bir süre sonra çevresel tepkinin çok daha ötesine taşınmıştır. Ama olayların başlangıcının yeni bir projeyi çevresel değerlerin ihlali olarak algılayan bir kitlenin hareketi olduğunu kabul etmek gerekir. Üstelik daha sonra ortaya konulan başka alanlardaki kamusal talepler içinde çevre ile ilgili söylemler ağırlığını hiç kaybetmemiştir. Hardin, kamusal mülkün trajedisini önlemenin yollarından biri olarak özelleştirmeyi göstermişti. Ancak buradaki temel varsayım bunu sağlayacak süreç içinde devletin bir paydaştan çok bir düzenleyici olmasıydı. Ülkemizdeki temel sorun ise devletin düzenleyici rolünü yitirerek kamu faydasına kendini ortak olarak görmesidir. Ve çevrecilik tarihindeki deneyimler gösteriyor ki uzun vadeli ekolojik politikalar olmadan ve özel girişime faydayı kutsayan bir bakış açısı ile devam edildiğinde ortaya çıkacak tablo, yeni toplumsal çatışmalar ve hızla tükenen ortak kaynakların trajedisidir.
* Çevre politikaları ve ekonomisi uzmanı