Gezi’nin Hayali, Kışla’nın Hayaleti

Kesin olan bir şey varsa o da eşi görülmemiş bu sonuna kadar kendini kanıtlayan şuurlu sivilliğin bundan böyle İstanbul’un kalabalığını küçümsemeye kalkışacakların diline dolaşıp, boğazına dizileceği olsa gerek.

Kışla, “vesayet rejimi”nin sembollerindendi. Tam da bertaraf edilmesinin eşiğine gelindiği bir dönemde bu sefer de birinin üstelik hayaleti, otorite alameti uğursuz bir bulut olarak İstanbul’un üstüne çöktü. Peki, nedir bu kışlanın ayrıcalığı ve özelliği. Açıklanamıyor. Hikâye bir noktada tıkanıyor. Sorular boşa çıkıyor. O zaman baştan başlayalım.

 Gezi ile Kışla’nın hikâyesi

 Sırayla; önce, Kışla: Ne arıyormuş ki zamanında şehrin göbeği Taksim’de? Kışlalar, Davutpaşa misali, şehirlerin çeperlerinde yer alırken, bu niye tam merkezde? Taksim’deki kışla da esasen Maçka Parkı’nı kuşatan kışlalar zincirinin halkalarındanmış. O zaman bu zincir ne arıyor tam merkezde? Saray Topkapı’dan, Yıldız ve Dolmabahçe’ye taşınırken yer seçiminde, şehirle saray arasına mesafe koyup soyutlayacak doğal bariyer olarak Maçka Parkı’nın varlığı da rol oynamış; böylelikle Topkapı’daki ve başka saraylarda olduğu gibi sarayı surla çevirme hantallığından kurtulunmuş. Sonra da bu bariyer boşluğunun çeperleri kışlalar zinciriyle kuşatılarak (Gümüşsuyu- Taksim- Taşkışla- Maçka- Harbiye) tahkim edilmiş. 1940’lara gelinip plancı Henri Prost aracılığıyla yüz yıldır zaten modernleşmekte olan üç parçalı İstanbul’a yeniden şekil verilmek üzere masaya yatırıldığında, kendisinin yenilenmenin ağırlık noktası olarak seçebileceği en kapasiteli dilim de büyüklük ve boşluğuyla ve tabii ki kışlalarıyla da Maçka Parkı olmuş. Öyle ya, saray erkânı da kalmadığına göre, mesafeye ve bariyere de gerek kalmamış, şehrin modern yakası Beyoğlu’nun göbeğindeki bu boşluk, yüzyılların gözbebeği İstanbul’un hâlâ mahrumiyetinden kurtulmadığı stadyum, spor salonu, açık hava sahnesi gibi modern kamusal işlevler için ideal yer olarak gözükmüş ve aşağı (Dolmabahçe’ye) stadyum, yukarı da (Maçka- Harbiye) spor salonu, açık hava sahnesi ve askerî müze yerleştirmiş. Ne kadar isabetli ve rasyonel. Plancı olmaya da gerek yok, doğa ve mevcut kent dikte ediyor adeta; alternatifi yok gibi. Prost’a kadar stadyumun bile olmayışı, kışlalardan Taksim’in irice avlusuyla telafi edilmiş, taraftarlar ilk ciddi maçlarını avludaki portatif tribünlerden seyretmiş, ilk yıldızlar, talim avlusunun toprak zemininde efsaneleşmiş. Nereden bakılsa enformel bir çözüm; sonra 40’ların iklimine yaraşır uygulamalar zinciri başlamış: Zaten epeyce boş olan Taksim’i daha da boşaltıp meydan yapacaklarını sanmışlar; tıpkı şimdi de zaten orada olan yayalardan arındırıp yayalaştırabileceklerini sanmaları gibi.. ve sonuç olarak tanımsız kent boşluğu denince hemen akla gelen Berlin/ Alexanderplatz ve Paris/ Concorde türü şekilsiz bir boşluk çıkmış ortaya. 40’lar, ipini koparmış radikalizm devri ne de olsa; eli değmişken, olmayan bir boşluğu daha da genişletmek gibi bir hiç uğruna Taksim Kışlası’nı da yıkıp geçmiş yönetim. Prost da kışlanın yerine kendi yerinde kararlarının devamı olarak bir haftadır nöbeti tutulan kişilikli bir orta boy barok park koymuş. Maçka Parkı’nın şekilden kaçan eğimli karakterine meydan okurcasına öngördüğü park ile yeni kamu işlevleri zincirine bir halka daha eklemek de o yeni şekilsizleştirilen boşluk içindeki yön tayin edici ferahlama alanı olmakla hâlâ vazgeçilemeyen yerinde bir karar olmuş. Nitekim Taksim’in kenarına da bir başka kamusal mahrumiyet olan Opera binasını (bugünkü AKM) öngörüp tamamlamış zinciri. 50’lerde Amerikanizmin yeni yaşam tarzı olarak Türkiye’ye de dayatılmasının cüretkâr bir ilanı olan Hilton da kendine İstanbul’un merkezileşen bu omurgasında yer seçmiş. 80’ler sonrasında bu kez de postmodernin durmak bilmez küresel hareketliliğinin (sermaye, iş trafiği, turizm vd.) durakları ve sembolü oteller ile çeşitlilik imasının da kanıtı olarak ofis ve rezidans öncelikli karışık işlevli (mixed-used functions) plazalar olarak kentlere yerleşen yeni nirengi noktalarının İstanbul’daki sakil örneklerinden ve sivil muhalefet hedeflerinden Gökkafes de kendine vadinin eteklerinde yer seçerek 50 yıldır bu bantta biriken telafi işlevleri ve moda programları resmigeçidinin son halkası olmuş.

Bir bütün olarak bu kentsel peyzaj projesinin başarısının, yerindeliğinin kanıtı, İstanbul’un kuşkusuz en cazip kentsel tasarım unsuru Bayıldım Yokuşu’nu da bir yan-ürün olarak ortaya çıkarması olsa gerek; göz tırmalayan park kapısı ve park-yokuş kesiti de 90’ların acemiliği olarak iz bıraktı vadiye. Başarının diğer kanıtı da üst çeperini 50 yıl sonra hâlâ kentin en cazip meskûn alanı (Maçka) olarak tutması olmalı.

İktidarlar hep vandal olacak değil ya, bir de kente katkı yapan karar: Ortalık yerde kalakalan diğer kışlalar artık büsbütün manasızlaşmışlardı. İkinci büyük üniversite olarak kurulan Teknik Üniversite bu binalara yerleştirilmiş. AVM ya da Dalan vizyonu gibi otel olmazlardı ama, birinde okudum, pekala da üniversite olmuştu. Yıkımı meşrulaştırmaz, ama içlerinde en manasızı da Taksim’dekiymiş soğan kubbeleri vs.. rüküşlükleriyle ne zamanın tipik örneğiydi, ne de tipikler üzerine düşündürecek bir atipikliği vardı; başkentlerde sık rastlandığı türden iddiasız bir resmî binaydı o kadar… Zaten orada askerlik ve/ya komutanlık yapmışların dışında derin hatırasını biriktirecek kimsesi de yoktu. Meydana ve bulvara akseden silik bir izlenimden ibaretti.


Bütün iktidar sivillere

Hikâye buraya kadar tutarlı. Kerameti iktidardan menkul güç gösterileri dışında neyin neden olduğunu anlıyoruz. Hikâye ve mantık bir noktada tamamen kopuyorsa o da bugün. Nedeni ne olursa olsun İstanbul’un en çok kullanılan yaya alanı Taksim neden ortadan kaldırılıyor? Bu densizliği hiçbir şey açıklamıyor. Yegâne tasarlanmış park neden mimarisi meçhul (fotoğrafa emanet) kişiliksiz bir hayaletin arsasına dönüştürülmek isteniyor? Sermaye ve rant açıklamıyor. Koca Trakya’da yer mi kalmadı? Bütün AVM’ler kendilerini kent merkeziymiş gibi göstermeye çalışırken kent merkezini AVM’ye götürmek niye? Saflığı bırakalım, açıklanamayacağı aşikâr zaten. Sermaye bile istemezken hiç olmaz. Markalar, sırayla reddediyor, TÜSİAD topyekûn konuştu..

Evet, bütün bu manasızlıkların içinde kesin olan bir şey varsa o da eşi görülmemiş bu sonuna kadar kendini kanıtlayan şuurlu sivilliğin bundan böyle İstanbul’un kalabalığını küçümsemeye kalkışacakların diline dolaşıp, boğazına dizileceği olsa gerek.

Bütün siviller, Dolmabahçe’ye

Hep bu eylemle birbirine yaklaşan zıt kesimlerin sürprizinden dem vuruldu gerçi, ama tersi de oldu, ilginç ayrışmalar da var. Beşiktaş yönetimiyle taraftarı mesela: Taraftarının Gezi hatırasının başlıca nöbetçilerinden olduğu bir ortam, yönetiminin çoktan karşıya savrulmuş olmasını daha da göze batırdı. İstanbul’un kişilikli mimarisiyle de kente entegre en yerli yerinde seyir abidesi Dolmabahçe Stadı’nı adım adım gecekonduya çevirip enkaz gibi göstererek direncini zayıflatmak, tam da taraftarının nöbetini tutmak uğruna Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarıyla kol kola girme haysiyetini gösterdiği sırada; o anı ve hayallerin hasmı bir hayaletle işbirliği değil mi? Hazır Göztepe ve Karşıyaka bile İstanbul’a beraber gelmişken, bu sürpriz dayanışmalarını hepsinin mazisi liglerin, başlıca tanığı şu Dolmabahçe Stadyumu için de seferber ederek sürdürseler de modern İstanbul’un hakkıyla uygulanmış yegâne planının bütün olarak kalmasına öncülük edip tarihe geçseler.Dalgın Sular adlı yeni bir çizgi-roman İstanbul’un geri dönen hafızasını konu edecek.. hayal olarak Gezi ile hayalet olarak Kışla, sivil dirençle, iktidar inadı, bugünün taze anıları olarak hikâyeye nasıl katılacak bakalım?

Kışlayı hortlatma girişimini Alman şehirlerinin savaş sonrası yeniden-inşasına benzeterek meşrulaştırmaya cüret edenlere bile rastlanmış. O şehirlerden birinde, Aachen’da oturdum, ünlü katedrali hariç tüm merkezi yenilenmişti, tırmalayan, sarkan hiçbir rüküşlüğe rastlamadım. Authenticity (sahicilik) boşuna korumanın başlıca ölçütü olmadı; rölevesi yerine fotoğrafına bakılan, çöplük muamelesi görüp stat gibi olmadık işlevler dahi üzerine kalmış meczup bir binanın, 50 yıl sonra bu kez de postmodern çöpleri tıkıştırma uğruna hortlatılmasını, Almanya’nın savaşta, neredeyse daha yıkılırken ayağa da kaldırılan yeniden-inşa pratiğiyle kıyaslama cüreti, cehalet kadar densizlik de olur. Çünkü Almanya’daki pratik, her türden savaşa karşı, tarihin en isabetli ve haysiyetli yanıtlarından biriydi. Bombaların hemen ertesinde, anıları hâlâ taze olanların, ortalığa saçılmış yapı parçaları ve malzemeleriyle daha düne kadar içinde yaşayıp anı ve hayal biriktirenlerin, o enkazdan yeniden bina, sokak, mahalle ve hayal üretmeleriydi ki, yıkımı yapımla karşılayan bu direnç, kendilerini bombalayanlardan ziyade savaş çıkarmakla bütün dünyayı bombalanacak yere dönüştüren Hitler’e ve Nazilere karşı tehditti.

Eğer ille Almanya’dan bir şeye benzetilecekse Berlin’in göbeğindeki müze adasında halen hortlatılmakta olan devasa, “Schloβ” (Şato) lakaplı, rüküş sarayın akıbetine benzetilebilir ki, o inşaatın yersizliği de aydınlarla kitleleri buluşturuyor. Ve Almanya’da zamanında olup bitenle buradan bir şey kıyaslanacaksa eğer, o da Gezi’deki anıları daha tamamen silinip gitmeden yenilerini biriktirmek üzere nöbete duran öğrenci, işçi, memur, sanatçı, mimar, taraftar, aktivist, İstanbulluların ilk sivil direnişi olan Occupygezi(Direngezi) hareketidir. Zaten bütün bu Gezi kalkışmasını başlatan nöbet eylemi de uğruna savaşa ve şiddete maruz kalmaya bile hazır olunduğunun değil, kaynağının kurutulmasına ramak kalmışken bile anı biriktirme kararlılığının ilanı bakımından ziyadesiyle yaratıcı, parlak ve yerinde bir kararmış ki, nihayetinde de Türkiye tarihinin en dayanıklı kolektif anılarının biriktiği bir haftayı başlatmış olmak bakımından da kendini doğrulayıp kanıtlamış oldu zaten.

Bütün bu olağandışılıkları kaydetmeyip, hâlâ âkil insanlarla uğraşmayı sürdürenlere de hatırlatmak lazım: Başbakanı seçen âkiller değil; onları seçen Başbakan. Ama bu olaylar, âkillere yeni bir işlev yüklememiş de değil: Öbür tarafa dönüp, seçimler kazanmış bir başbakana, kendisine sürekli manasız kent projeleri fısıldayan civarındaki sivri zekâlı, iktidar tutkunu, sözde uzman ve danışman Zihni Sinirlerden uzaklaşıp yerine, Gezi sempatizanı İstanbullularla empati kurmanın hayrını, seçim vakti gelmeden hatırlatmaları lazım. Seçimle hesabımız olduğundan değil, o onların işi; biz daha seçim öncesi böyle kullanılmaya karşı dirençsiz bir devletin, böyle zıvanadan çıkmış iktidarlarla bir de seçim tehdidi kalkınca buluşmasından doğacakların muhatapları olarak ilgilenmek durumundakalıyoruz resmî siyasi takvimle…

 

Etiketler

Bir yanıt yazın