Türkiye'nin şehirleri hep daha geniş bir arazi üzerine yayılarak büyümektedirler.Ama doğru yönetilen şehirler genellikle göğe doğru büyürler.
İki tür şehir vardır: Daha geniş bir arazi üzerine yayılarak büyüyenler ve göğe doğru yükselerek büyüyenler. Ben ilkinin kötü, ikincinin iyi olduğunu düşünüyorum. Bu çerçevede, Türkiye’de şehirleşme üzerine yapılan tartışmalarda ciddi bir hata yaptığımız kanaatindeyim.
Şehirlerin göğe doğru yükselmeye başlaması kötü değil iyidir. Eksik oldu: Şehirlerin göğe doğru yükselmesi çevreyi olumsuz değil, olumlu etkiler. Daha teknik olarak ifade edeyim: Kentlerin nüfus yoğunluğunun artması, çevre için kötü değil, iyidir. Kentlerimizin problemi, muhtemelen 1950’lerden sonra nüfus yoğunlaşırken altyapının düşünülmemesi ve Türkiye’nin şehirlerini yönetenlerin şehircilikten bihaber olmalarıdır. Kentlerimizin çocuk dostu olmaması, belediyeleri yönetenlerin ne yaptıklarını bilmiyor olmaları ve yaptıkları iş üzerinde fazla düşünmemeleri ile doğrudan alakalıdır. Yoksa “üç çocuk iyidir” denilen bir ülkede böyle, bebek arabası ile dolaşmanın neredeyse imkânsız olduğu mezbele kentler mi olurdu? Şehir içi problemlerimizin kaynağı yalnızca yöneticilerimizin şehir yönetimi konusunda kapasite eksikliğidir. Bence özellikle son on yıldır kentlerimizin katlanarak artan sorunlarının başlıca nedeni, belediyeciliği bir tek arsa rantı yönetimi olarak algılamaktan kaynaklanmaktadır. Müsaadenizle anlatayım.
İlk önce şu nüfus yoğunluğu işine nasıl baktığımı bir açıklayayım. Geçen gün rakamları inceliyordum. Dünyanın en kalabalık şehirleri listesinde İstanbul 6’ıncı sırada yer alıyor. Kore’nin başkenti Seul 17’inci ve Amerika’nın en kalabalık şehri New York ise 25’inci sırada. Bu şudur: Toplam nüfus açısından bakarsanız, İstanbul bu üçü arasında en kalabalık şehirdir. Ama nüfus yoğunluğu açısından bakarsanız, İstanbul sonuncu konumdadır. Nedir? Kilometrekare başına düşen nüfus açısından İstanbul 6500 kişi ile ancak üçüncü olmaktadır. New York’ta kilometrekare başına düşen kişi sayısı 10750, Seul’de ise tam 17200’dir. Neden? New York ve Seul’un kilometrekare olarak büyüklüğü 1000 kilometrekarenin altındayken, İstanbul 2000 kilometrekarenin üzerindedir. İstanbul daha geniş bir arazi üzerine yayılarak büyürken, Seul ve New York göğe doğru yükselerek büyümektedirler. İlki çevre açısından kötüdür, ikincisi iyidir.
Türkiye’nin şehirleri hep daha geniş bir arazi üzerine yayılarak büyümektedirler. Bakın kentlerimize, hep batıya doğru ilerlerler. Ama doğru yönetilen şehirler genellikle göğe doğru büyürler. Yapılan çalışmalar, nüfus yoğunluğu arttıkça, ısınmak için kişi başına daha az enerji harcamak gerektiğini, yollara kişi başına daha az asfalt dökmek gerektiğini göstermektedirler. Biz çevreci bir yaşam için ne hayal ederiz? Şehir dışında, doğanın ortasında, etrafı ağaçlarla çevrili, güzel bir bahçenin ortasında bir ev mi? İşte o tür bir ev hem ısınmak hem de evden işe gidip gelmek için daha fazla karbondioksit salınımı demektir. Ayrıca oraya gidecek yollar için daha geniş bir toprak parçasını asfaltın altına gömmek gerekir. İnsanlar ne kadar bir arada yaşarlarsa, dünyaya o kadar az zarar verirler. Bahçesinde ebruli, hanımeli açan bir ev hayal etmek size güzel gelebilir. Ama o bahçesinde ebruli ve hanımeli açan ev aynı zamanda bir çevre felaketidir. Değilmiş gibi gelebilir ama öyledir. Bir düşünün bakalım.
Buradan izninizle üç adet sonuç çıkartayım, tartışmaya başlayalım.
Birincisi, Türkiye’nin bundan böyle, şehirlerin daha geniş arazilerde yatay olarak engelleyecek bir kentleşme stratejisine sahip olması gerekir. O vakit, göğe doğru yükselerek büyüme sürecinin nasıl sağlıklı bir biçimde yönetilebileceği üzerinde sıkı bir biçimde düşünmek gerekir. Türkiye’nin artık bir kentleşme stratejisine ihtiyacı vardır.
İkincisi, Türkiye’nin bu yeni kentleşme stratejisi içinde inşaat sektörünün önemi azalmayacak, daha da artacaktır. Bundan böyle inşaat sektörünün teknolojik altyapısının güçlendirilmesi, teknik kapasitesinin artırılması birinci öncelik olmalıdır. Türkiye’nin gecekonduya değil, güçlü inşaat şirketlerine ihtiyacı vardır. Beş katlı Laz müteahhit usulü apartman yapmakla, 50 katlı gökdelen yapmak farklı beceri setlerini gerektirmektedir. Bakın üçüncü köprü ihalesine, gerçeği görün. Koreliler köprüyü yaparken, bizimkilerin teknik kapasitesi ancak hafriyata yetmektedir. Türkiye’nin bu süreçte özellikle inşaat malzemesi sektörünü sıçratacak bir adım atabilmesi mümkündür. Şehirlerin daha geniş bir arazi üzerine yayılarak yana doğru büyümesinden, şehirlerin göğe doğru yükselerek büyümesine geçeceksek, inşaat sektörümüzün bir teknolojik sıçramaya ihtiyacı vardır.
Üçüncüsü, kentsel dönüşüm sürecinin bir yeni kentleşme stratejisi ile birlikte düşünülmesi halinde, Türkiye, inşaat sektörünün dönüşümü için bir tetikleyici, kapasite arttırıcı projeye de sahip olabilir. Düne kadar arsa rantı açısından yaklaşılan inşaat faaliyetleri, kolaylıkla bir sanayi politikası aracına dönüştürülebilir. Nedir? Türkiye kentlerde nüfus yoğunluğunu sağlıklı bir biçimde artırabilmek için, kentsel dönüşüm faturasını bir sanayi politikası aracı olarak kullanmalıdır.
Bir kentin nüfusu yüzde 100 artarsa, her şey kişi başına yüzde 15 büyümektedir. Nüfusun artan karşılıklı etkileşimi her şeyi yüzde 15 artırmakta, bir nevi bütün parçalarından daha büyük olmaktadır. Kent nüfusu yüzde 100 artarsa, yeni kentte kişi başına inşaat harcaması yüzde 15 yükselmektedir. Banka hesapları kişi başına yüzde 15 artmaktadır.
Trafik kişi başına yüzde 15 artmaktadır.
Şehri yönetenlerin rakamları daha iyi bilmesi gereken bir dönemdeyiz. Bilmezlerse hata yaparlar.