Italo Calvino'nun büyüleyici romanı "Görünmez Kentler"de, Marko Polo, Kubilay Han'ın dev ülkesinde yaptığı yolculuklar sırasında gördüğünü iddia ettiği, insanın aklını başından alan, mantıkdışı ve bazen dehşet verici kentleri betimler.
Polo, anlattıklarıyla kendi şehrini tarif ettiğini açıklandığında, Han bundan etkilenmez. Çünkü Venedik’te, mimarlık ve kentsel planlama oyunlarının tüm elemanı yüzyıllar boyunca, sayısız moda ve üsluba göre, neredeyse her türlü değişikliği geçirmiştir ve hiçbir yer, kudretli Han’ın hudutsuz imparatorluğu bile böyle bir mimari zenginlik sunamamaktadır.
18. yüzyıldan beri sürmekte olan gerileme boyunca, Venedik manyetik çekiciliğini korumuştur. Hatta yaşlılığında ve turistlerle dolup taştığında bile, gerçek tuğla ve taştan bir kentin nasıl, dünyanın en iyi öykücüsü için bir meydan okumadan daha fazlası olabileceğini gösteren, gerçekten inanılmaz bir yer olmuştur.
La Serenissima’da farklı yerlerde gerçekleştirilen, 10. Mimarlık Bienali’nin en azından yarısının hayalkırıklığı yaratmasının nedeni muhtemelen bu durumdur. Eski bir tersanede düzenlenen ana sergi, önemli sorulara dikkat çekiyor. Oysaki mimarların, ulusal pavyonlarda yer alan cevapları, en azından büyük bölümü, zayıf, küstahça söyenmiş ve hayalgücünden şiddetle yoksun. Burada Calvino’nun Marko Polo’sunu heyecanlandırabilecek çok az şey var.
Ana gösteri, Kent: Mimarlık ve Toplum, Corderie dell’Arsenale’in tümünü kaplıyor. Bu donanmaya ait, büyük, eski halat yapım fabrikası 300 metre uzunluğunda ve çatısı yekpare Dorik sütunlarla taşınıyor. Londra Ekonomi Okulu’nda planlama profesörü ve Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone mimari danışmanı olan Ricky Burdett’in küratörlüğünü yaptığı sergi, azimli bir, gerçeklik ve dünyanın en büyük 16 kümekentinin gelecekteki gelişimi hakkında büyük sorular sordurma teşebbüsü. Sao Paolo’dan Karakas’a, Meksiko City’den ve Los Angeles’tan Londra’ya, İstanbul, Bombay, Johannesburg, Şangay ve Tokyo’ya, hararetle büyüyen bu yerleşimler, Calvino’nun Marko Polo’su tarafından anlatılanlar kadar çeşitlilik gösteriyor.
Her kent, aynı problemlerden bir çoğunu yaşıyor: büyük miktarda göç, kötü konutlar, aşırı enerji tüketimi, yetersiz toplu taşıma, plansız genişleme, kimlik kaybı. Elbette, her biri kendine özgü bir karaktere sahip –yalnızca Berlin, düşmekte olan bir nüfusa sahip- ancak görevine bağlı ziyaretçi, Burdett’in teferruatlı sergilerinin birinden diğerine yürümüştür ve her birini, bir diğeriyle karıştırmaya başlar.
Bu makul bir durum. Bugün, dünya nüfusunun yarısından fazlası, kentlerde yaşıyor ve sokaklarını yıkayan küreselleşme akıntılarıyla, bu 16, gerçekten de temel yönlerden birbirlerine benzer hale geliyorlar. Aynı uysal yapılar, benzer banal sokaklar üzerine diziliyorlar. Aynı kenar mahalleler, zengin kesimin para kazanmayı sürdürmesi için dikilmiş, devasa, enerji yutan havalandırmalı kulelerin çevresine asılıyorlar. Aynı mağazalar, artık tümüyle markalaşan, aynı satıcılar tarafından sağlanıyor. Bu arada fakirlik, yalnızca büyüyor. Tıpkı kentlerin büyüdüğü gibi: 2050’de, sergide önerilen rakamlara göre, insanlığın en az %75’i gerçekten kentleşecek.
Burdett’in ekibi sergilenen 16 kentin her birinin yerinde durmayan karakterini ve her birindeki macera hissini sunmak konusunda ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar. Grafikler açık. Harfler okunacak kadar büyük. Yüksek kalitede fotoğrafa yer veriliyor. Bu kentlerin farklı yoğunluklarını temsil eden ve mekanın tam ortasında yer alan, büyük, karınca-yuvası maketler son derece ikna edici. Fakat gösterişli bir bilgisayar ekranı gözünüze saldırırken, başka bir dramatik istatistik tarafından vuruluyorsunuz. (1995 sonrası Yeni Londralılar’ın %95’inin İngiltere dışında doğduğunu biliyor muydunuz?) herşey birbirine karışıyor. Zekice olmasına karşın, bütün hazmedilebilir değil: Kısaca, çok fazla bilgi var. Tıpkı, dev ve ultra-modern bir “Bak ve Öğren” kitapçığı gibi.
Serginin önemi, herşeye karşın, hepimizi ilgilendiren sorulara dikkat çekmesi ve akıllı mimarlığın, iyi planlanmış kentlerle elele ilerlediğini açıkça göstermesi. Tüm bu gösteri, böyle bir mimarlığın büyük ve gösterişli olmasının gerekmediğini, gösterişsiz fakat yine de yüksek derecede verimli olması gerektiğini ortaya koyuyor.
Karakas’ın “Barrio”ları ya da gecekondu bölgelerinin mahirane yapılanması, iyi bir örnek teşkil ediyor. Burada, organik olarak oluşmuş kentsel yerleşimler dönüştürülüyor ya da bugüne kadar eksikliğini çektikleri, klinikler, okullar ve kamusal alanlarla “uyarlanıyorlar” ve burada mimarlardan, bu fakir ve aşırı nufüslu bölgelere, sağlıklı kalpler verebilmeleri için, cerrah titizliğiyle çalışmaları isteniyor.
Bu tür tasarımlar, heyecan verici, yeni binalar arayanların gözlerine takılmazlar, ama bu yapılar, kendilerini kullanması amaçlanan kişilerin yaşamına gerçek ve pozitif etkilerde bulunurlar. Ve bir çok eski kentin kanalizasyon, aydınlatma, ısıtma, kamusal meydanlar ve parklarla dönüştürüldükleri yöntem, izlerlerler. Barakaları ve diğer kendiliğinden yapıları yıkıp yerlerine, paranın bulunması halinde, herhangi bir yere ait olabilecek geleneksel konutlar yapmak yerine Karakas, organik olarak oluşmuş gecekondu yerleşimlerinin, beslenerek ve güçlendirilerek, yavaşça, medeni konut topluluklarına dönüşebileceğini ispatlıyor ve bu örnek, gösterinin öne çıkan noktalarından birini oluşturuyor. “İnsanların, kendileri için inşa ettikleri yerleşimlerin gerçek anlamda kentleşecebileceğinin kanıtı.”
Ancak elbette, serginin neticeleri konusunda hemfikir olmayabilirsiniz. Örneğin: “İyi yönetim, iyi kentler doğurabilir.” Hiç kimse ve hiçbir organizasyon bir kent “doğuramaz”. Kente katkıda bulunulabilir ve iyi bir yönetim yalnızca yardım edebilir. “Yalnızca yönetimler, yeni bir kent gündemini, tasarımcı ve plancıların hizmetlerini sürece dahil ederek, eyleme dönüştürebilirler.” Bu gerçek değil. Yönetimler, yerel ya da ulusal, sıklıkla kentlere zarar verirler. Yüzyıllar boyunca en büyük gelişimlerin bir çoğu, aydın işverenler, dernekler, şirketler, yatırımcılar ve kamusal şirketler tarafından gerçekleştirilmiştir. En sevilen kentler, monarklar, dini liderler ya da yerel yönetimler tarafından yürütülmüş biçimsel planlama ve doğal, organik gelişimin birleşimiyle oluşmuştur. Bugün ise önemli olan mimar, plancı, politikacı ve diğer herkesin bu ikisini dengede tutabilmesidir.
Politik görüşleriniz ne olursa olsun, bireysel ulusal sergi pavyonlarına doğru giderken, Burdett’in gösterisinde yükseltilmiş, bir kaç yaratıcı fikir görmeyi umabilirsiniz. Herşeyden önce, biraz yeni mimarlık görmeyi bekleyebilirsiniz. Ne yazık ki o kadar şanslı değiliz. Kimbilir hangi nedenden ötürü, bu yıl pavyonların küratörleri, Venedik Sanat Bienali’ni taklit etmeyi ve tahminen, bugünün kent yaşamı üzerine şakacı, ironik, kinayeli ve kışkırtıcı olması amaçlanmış görsel açıklamalar yerleştirmişler.
Fransız Pavyonu, 1968-tarzı bir “happening” öneriyor. Pavyon, içinde gece-gündüz alaycı mimarların yaşadıkları, yemek yaptıkları, blog tuttukları ve saunada zaman geçirdikleri bir tür “Grand Frère” (Big Brother, Türkiye’deki adıyla “Biri Bizi Gözetliyor”) evine dönüştürülmüş. Belki de bu, kentsel durum “de nos jours” (bugünlerde mevcut olan kentsel durum) üzerine derin bir yorumdur. Belki de değildir. Kimin umrunda?
Normalde, ülkenin ortalama-üstü modern mimarlığına evsahipliği yapan İspanyol Pavyonu, bir kozmetik departmanı parodisine dönüşmüş. İngiliz Pavyonu, Sheffield günlük yaşamıyla ilgili ve okul sıralarına oturmuş, makas ve kağıtla kolaj yapan yetişkinler içeriyor. Macar Pavyonu ise tavandan sarkan, yüzlerce, rengarek boyanmış plastik penguenle dolu. Bunu uydurmadığımdan emin olabilirsiniz. Çok manâlı değil mi?
Kanada Pavyonu’nda bana, bir bilgisayar ekranının önüne yerleştirilmiş, sabit bir bisiklete binmek isteyip istemediğin soruldu. (Bu arada, sonradan bunun “Bilgisayar Ekranı Bienali” olduğu ortaya çıktı. Herşey mümkün, fakat bu dijital baş belalarından kaçmak olası değildi.) Farklı hızlarda pedal çevirerek, Kanada kentlerinde tüketilen plastik şişelerin geri dönüştürülmesi için ne kadar enerji tüketildiğini keşfedebilecektim. Ya da buna benzer birşey…
Yalnızca Amerika Pavyonu, biraz anlam ya da amaç içeriyor gibi görünüyordu. Pavyondaki işler, geçen yıl New Orleans’ın çoğunu yıkayıp götüren Katrina Kasırgası’nın sonuçlarını inceliyordu. Amerikalılar, gözüpek bir şekilde eski moda, dijital olmayan, iğneleyici, nükteli bir anlatımı temsil etmeyen, ancak oldukça iyi bir sosyal konut projesi gibi görünen akşap bir mimari modeli sergiliyorlar. New Orleans’ın geniş parçalarının yeniden inşa edilmesi, yeni konut projelerinin bölgeye yığılmasını değil, Karakas’ın gecekondularının uyarlanması gibi, eski kentin biraz hayalgücü ve ilgiyle modernize edilmesini amaçlıyor. Amerikan mimari pratiği, belli ki bu konuyla uğraşıyor ve bu sergi gösteriyor ki, New Orleans’ı geliştirmek ve nasıl binalar inşa edilirse edilsin kasırgaların yeni yapılara da darbeler vuracağıyla yüzleşmek konusunda gerçek bir bağlılık söz konusu.
Merak uyandırıcı ve hatta daha çok rahatsız edici biçimde, sergideki tek katı –ve fazlasıyla katı- mimarlık, Arsenal’in arkasındaki eski doklardan birindeydi. Claudio d’Amato Guerrieri’nin küratörlüğünü yaptığı “City of Stone”, 1920’lerden, 1950’lerin ortalarına (Mussolini’nin 1945’teki ölümünden oldukça sonraya) kadar uzanan dönemdeki faşist İtalyan mimarlığının bir kutlamasıydı. Görkemli siyah-beyaz fotoğrafları, Cesare Bazzani tarafından tasarlanan ve 1936’da tamamlanan Casa del Comandi dei Carabinieri gibi tasarımları idolleştiriyordu.
Eğer bu garip geldiyse, sergi salonunun diğer tarafına gidin. Bu alan, güney İtalyan kentlerine inşa edilmesi planlanan anıtsal ve utanç verici şekilde zevksiz, yeni taş binalara ayrılmış. Bu ciddi olamaz, değil mi? Ama son derece ciddi. Diktatör öldü, yaşasın döktatör!
Bugün, olayların oldukça tuhaf geliştiği bir platform. Kendinizi bir girişimci, proje yöneticisi, belediye başkanı ya da kenti için iyi bir şey yapmak isteyen idealist bir patron olarak hayal edin… Ana serginin içinden, kafanız istatistiklerle dolu olarak geçiyorsunuz. Fakat istatistikleri planlar ve yapılara dönüştürmek için, hangi tür mimarlık ve hangi mimarlara dönmeniz gerekecek? Diyelim ki dışarı çıktınız… Fransiz mimarlar yemek yapıyor ya da (yine) saunadalar. Macarlar, plastik penguenler öneriyorlar. İngilizler size makas, kağıt ve arkası yapışkanlı plastikler veriyorlar.
Umutsuzlukla, “City of Stone”a dönüyorsunuz, orada da önerilen, yeni faşist mimarlık. Duygulu ve duyarlı bir şekilde, Arsenal Koridoru’ndaki ana sergiden geçerek geri gidiyor ve Venedik’in kendisine dönüyorsunuz. Eğer azimli vatandaşlar biz zamanlar bir lagünün suları üzerinde böylesine güzel, gizemli bir yaratabilmişlerse, belki biz de Karakas, Kahire ve Şangay’ın bazı kesimlerinin tasarım ve yeniden tasarımına biraz güzellik, hayalgücü, duyarlılık, akıl ve insanlık getirebiliriz.
10. Mimarlık Bienali, ya da en azından oldukça çocuksu ulusal pavyonlar, bizlere girişimde bulunmamızı öneriyorlar, ancak mimarların yardımı olmadan. Kendileri ne yazık ki sanatçı, küratör, sahte-komedyenler olmaya çalışmakla, ya da yemek hazırlamak, blog yazmak ya da saunada terlemekle meşguller. Eğer bu gösteriyi görseydi, Italo Calvino’nun Marco Polo’sunun, Han’a anlatmak için oldukça hicivli bir hikayesi olabilirdi: mimarların, bina tasarlamak dışında herşeyi yaptığı kentin masalı.