19 Aralık (Çarşamba) günü Taraf Gazetesi'nde yer alan "Bu tünellere mecbur kaldık" başlıklı Haliç Metro Köprüsü ile ilgili bir röportajda, Proje Koordinatörü Ali Ulvi Altan'ın söyledikleri önemli ayrıntılar içeriyor.
Bunlardan birincisi metronun güzergahı ile ilgili: Kendilerine 1999 yılında iki tarafı tamamlanmış tünel verdiklerini söylüyor. Güzergah konusunda mimar Hakan Kıran’ın araştırmalar yaptığını söylüyor, tünellerin iptal edilmesi gündeme gelmiş. Sonra yapılan değerlendirmelerde bunun “bilimden uzak” olduğu anlaşılınca, güzergah değiştirilmemiş. Basından takip edebildiğimiz kadarıyla Kadir Topbaş yönetime geldiğinde “bu kazılan tünelleri soğuk hava deposu yapacağız” demişti.
Herhalde yüzmilyonlarca dolar harcanan tünellerin dünyanın en pahalı soğuk hava deposu olacağı anlaşılınca, bu fikirden vazgeçilmiş olmalı.
Ama şu soruların bugüne kadar cevabı verilmedi:
Vatandaş Tarihi Yarımada’da kurul izni olmadan bir çivi bile çakamazken Süleymaniye Camii’nin altından çıkan tüneller kurul onayı olmadan mı inşa edildi? Metro istasyonlarının, güzergah kurul onayı alınmadan mı gerçekleşti?
Eğer kurul bu güzergaha izin verdiyse, arada metro katarı için bir feribotun mu çalıştırılması öngörüldü?
Boş yere neden on sene kaybedildi?
Güzergah ve metro istasyonları belirlenirken danışmanlık ve proje hizmetlerini kimler verdi?
Nereden bakarsak bakalım, Haliç’teki metro köprüsü bir kötü yönetim örneği. En azından bir ders çıkarmak için bunları bilmeye hakkımız olmalı. Ancak Altan yapımcı kuruluşun yöneticisi, onun bu konuda bir sorumluluğu yok. Bu sorulara cevabın Büyükşehir tarafından verilmesi gerekli.
Altan röportajında herkesin çok iyi bilmediği temel konulara da dokunuyor:
Bunlardan birincisi köprünün projesi ile ilgili. Reddedilen 11 proje dahil, 24 alternatif proje üzerinde çalıştıklarını söylüyor. Ancak bu alternatiflerin neler olduğu hakkında kimsenin bilgisi yok. Örneğin bir çok bilim insanı ortada bir taşıyıcı ayak daha yapılsa, boynuzlara gerek kalmayacağını söylüyorlar. Bu kadar alternatif olduğuna göre, bunlardan biri de yalnızca ayaklarla aşağıdan taşınan bir köprü neden olmasın? Bunun cevabı röportajda yok. Ancak daha önemli bir konu var, o da projenin ihale sonrası, uygulama aşamasında değerlendirilmesi. Bilebildiğim kadarıyla ihale kapalı uçlu bir süreçtir. Oysa proje açık uçlu bir süreçte geliştirilir. Bu durumda boynuzların ucunun minarelerle yarışmaması için kıvrık yapılması, ilk projede bir tarafta uzun boynuzların yer alması, daha sonra boynuzların karşılıklı yerleştirilerek kısaltılması, bunlar yalnızca mühendislik kararları olamaz. Bu durumda uygulama işlerini üstlenen yapımcı firmanın yöneticisinin yaptığı açıklamalar bu haliyle temel meseleyi, öznel bir konu olan tasarım yönetimindeki sorunu geri plana itiyor.
Buna karşılık röportajda ilginç bir bilgi daha yer alıyor.
Altan şöyle diyor: “Biz İstanbul ile ilgili çalışmaları ICOMOS’un koordine ettiğini düşünüyorduk. Sunduğumuz raporların onların değerlendirmeleri ile UNESCO’ya aktarıldığını düşünüyorduk. 1985’ten beri süreç öyle gelişti. 2010 yılında bizim söylediklerimizin UNESCO’ya aktarılmadığını gördük ve doğrudan temasa geçtik…”
Bu tarih tam da İstanbul Valisi’nin ve bürokraside yer alan bir çevrenin iktidarla anlaştığı döneme denk geliyor. Acaba bu tarihten sonra UNESCO izleme süreci STK’ların dışlandığı bir “bürokratik oligarşi” ile mi yürütülmeye çalışıldı? Başka türlü bir katılım modeli olamaz mıydı? Bu tarihe kadar bilim çevreleri, STK’lar bir UNESCO İzleme Komitesi içinde yer alıyorlardı. Sonrasında ise Büyükşehir UNESCO Miras Komitesi ile temasları kapalı ilişkiler içinde yürüttü. Bu süreç proje ve danışmanlık hizmetlerinin de kapalı kapılar ardında paylaşıldığı bir ilişki biçimini getirdi. Kamuoyu tek taraflı bilgilendirildi. UNESCO’nun onayının alındığı söylendi. Sonra Dünya Miras Komitesi bunu yalanladı.
Bildiğimiz kadarıyla bütün uluslar arası konvansiyonların, UNESCO, Birleşmiş Milletler izleme süreçlerinde STK’ların katılımı yöntemsel bir gereklilik oluşturuyor. Bu konuda ise ancak Miras Komitesi temsilcileri İstanbul’a geldiğinde, onların talebi nedeniyle göstermelik bir STK toplantısı düzenleniyor. Ama olağan koşullarda, yapımcı firma temsilcisi sürece katılabilirken, bağımsız STK’lar katılamıyor. Bu soruların cevabını verecek olan elbette ki ihaleyi alan yapımcı firma yöneticisi değil. Ama bu soruların cevaplarını öğrenirsek, UNESCO meselesinin İstanbul için neden bir fırsata dönüştürülemediğini (üstelik İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu bir tarihte) daha iyi anlayacağız.