Son yıllarda ülkenin gündemi yeni şehirler, yeni hayatlar kurmak üzerine. Bu durumda hatırlanması gereken bir usta var: Le Corbusier. O, şehir planlamacısı olduğundan daha iyi bir mimardı. Yine de şehir yaşamına ilişkin çizdiği manzaralar hâlâ geçerli.
Geçen yıllarda açılan, Londra’da Barbican Centre’daki “Le Corbusier: Mimarlık Sanatı” başlıklı serginin başında gösterilen kısa filmde, İsviçre doğumlu, şık, gözlüklü bir mimar Paris’in şehir planı önünde duruyor. Şehrin önemli bir bölümünü kesip atarcasına plan üzerinde kalın bir kara çizgi çekiyor. Ustanın “Komşu Planı” (Plan Voisin) adlı çalışması modern insanın modern şehirlerde yaşaması gerektiği inancına dayanıyor. Paris’in sağ yakasına rezidans niteliğindeki 20 kadar yüksek bina, geniş caddeler ve yeşillikler içine dikkatlice yerleştirilmiş. Bu da başkentin yoğun ve büyüleyici Ortaçağ havasına taban tabana zıttı… Neyse ki Le Corbusier’nin planı uygulanamadı ve o kadim Le Marais semti halen büyük ölçüde özgünlüğünü koruyor.
Öyle ya da böyle, Le Corbusier usta vizyon sahibiydi. Le Corbusier’nin merkez Paris planı gibi sansasyonel önerileri arzu ettiği şekilde tüm dikkatleri üzerine topladı ve oluşturulması onlarca yıl alacak şehir planlama prensiplerinin önünü açtı.
Fakat Le Corbusier, şehir planlamacısı olduğundan daha iyi bir mimardı. Fransa’nın batısındaki Ronchamp şapeli ve 1958 Brüksel Dünya Fuarı’nda Philips Sergi Salonu dahil, Le Corbusier 20’inci yüzyılın en önemli binalarını tasarladı ve gelecek kuşak tasarımcılarına ilham verdi. Ancak işlerini küçümseyenler onu çağdaş şehir yaşamının defolarından sorumlu tutuyor; sosyal konut projeleri ve otomobile aşırı güven… Le Corbusier, tasarımlarında her zaman hesaba kattığı bu icada büyük tutkuyla bağlıydı. En muhteşem projeleri hiç hayata geçmemişse de, yeşile yer açmak için şehir yaşamını yüksek binalara yoğunlaştırma fikri günümüz şehirciliğini derinden etkiledi.
Kendisinden önceki pek çok şehir planlamacısı gibi Le Corbusier de şehirleri pek sevmiyor gibiydi. Avrupa ve Amerika’nın kendi sefil kenar mahallelerine hayran, şehirlerini kalabalık ve pis yerleşkeler olarak gördüğü bir çağda olgunlaştı. Şehir tasarımında endüstriyel üretim hattında gördüğü düzene ve verimliliğe benzer çözümler aradı. Ona göre geleceğin şehirlerinde çalışılacak bölgeler, iş dünyası ve yaşanacak alanlar birbirinden ayrı olmalıydı. Banliyö ideallerini tercih eden çağdaşlarının aksine onun “Işıyan Şehir” (Radiant City) manifestosu daha yoğun şehir nüfusu ve çağdaş ulaşım sistemini destekliyordu. Gökdelenler arasına inen uçaklar ve otomobil trafiğinin rahat aktığı yükseltilmiş otoyollar tasarladı. Fakat bunlar birer fantezi olmaktan öteye gidemedi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın savaş gazisi şehirlerini tekrar inşa etmek için Corbusian modelinin ihtiyaç duyduğu tabula rasa (İnsan beyninin başlangıçta “boş bir levha” olduğunu öneren felsefe) gelişti. 1950’lerin başında mimarın insana olan duyarlılığı, Sovyetler Birliği’nde görülen toplu konut modelinden etkilenerek geliştirdiği Marsilya’daki “Unité d’Habitation” ile (1600 kişinin yaşayabileceği 12 apartmandan oluşan yatay, birleşik yaşam alanı) çok netleşti. Zaman zaman kendi şöhretini sağlama almak için çok ileri gittiği de oldu. Royal Institute of British Architects’den Charles Knevitt’in belirttiği gibi “O ilk yıldız mimardı”. “Le Corbusier” markasını pekiştirmek için kitle iletişim araçlarını çok iyi kullandı; tıpkı kendisinden sonra gelen Frank Gehry ve Norman Foster gibi. Tasarımlarındaki temiz ve iyi aydınlatılmış daireleri ve çatı bahçelerinde oynayan mutlu çocukları gösteren görselleri, mimarlık dergilerinde sürekli kullanıldı. Bu tür resimler Londra’dan New York’a pek çok mimarın, hızla ve ucuza konut geliştirebilmesi için onun fikirlerinden esinlenmesine yol açtı.
Ancak Amerikalı yazar Jane Jacobs’ın hüzünle tespit ettiği gibi, Corbusian şehir sadece insanları yalıtmıyordu; aynı zamanda normal kentsel gelişime de darbe indiriyordu. 1965’te öldüğündeyse modernizme karşı tepkiler kendisini iyice göstermeye başlamıştı…
Ama Le Corbusier’nin seyrek ve gösterişsiz estetiğinin tüm zaaflarına rağmen, onun “Ev yaşam makinesi olmalıdır” varsayımı halen geçerli. Son 10 yılda dünyanın her şehrinde ortaya çıkan yeni çatı katı cumbaları doğrudan ondan esinlenmiştir. Çin ve Dubai gibi yeni zenginliğin ve iyimserliğin güçlü hükümetlerle birleştiği yerlerde –Pekin’deki Olimpiyat Köyü’nü anımsayın– mimarlar bir kez daha toplumu yeniden şekillendirme işine giriştiler. Bu arada belki “Işıltılı Şehir” de kendine bir yuva bulur.
Le Corbusier’nin ardından kibrinden biraz ödün veren mimari, bir yandan da basit ve albenili binalar yaratmaya geri döndü. Son zamanlarda özveri kendini hissettirmeye başladı. İnsanlık İçin Mimari (Architecture for Humanity) ve Kırsal Stüdyo (Rural Studio) gibi girişimlerin dünyanın fakirlerine ev tasarlaması buna örnek gösterilebilir…