Haydarpaşa Tren İstasyonu'nun işlevinin ne olacağı tartışmaları sürerken, sadece görülmesi gereken yerlere giderken uğranan bir nokta değil, kendileri de bir o kadar görülmeye değer olan Avrupa'daki tarihi tren istasyonlarına göz atmaya ne dersiniz?
Avrupa’nın tarihi tren istasyonlarının günümüzde işlevi sürdüren ve değişim geçiren örnekleri, Haydarpaşa’nın çağdaşlarının her birisi yapıldığı dönemin mimari üsluplarını yansıtıyor.
Fransız Hükümeti 1900 Dünya Fuarı’nın öncesinde, daha merkezi bir alanda bir gar binası inşa etmek için 1897 senesinde Lucien Magne, Emile Benard ve Victor Laloux isimli mimarları görevlendirdiler. 1900 senesinde açılışı yapılan Gar d’Orsay, 1939 yılına kadar güneybatı Fransız demiryolu ağının ana noktası oldu. Ancak bu tarihten itibaren istasyon sadece banliyölere hizmet ederken, modern trenler ve ray sistemi için platformları çok dar kaldı. İkinci Dünya Savaşı’nda ise gar binası posta merkezi olarak kullanıldı. Sonrasında ise Orson Welles’in “The Trial” başlıklı filmi gibi birçok seti ağırladı. 1973 senesinde otel binası kapatıldı. 1975’te Müze garın müzeye çevrilmesi gündeme geldi ve karar resmi olarak 1977 senesinde alındı. 1978 senesinde tarihi yapı olarak tescillenen istasyon, 1986 yılında renovasyonu yapılarak 19. yüzyılın son yarısının sanat geçmişi barındıran bir müze olarak kamuya sunuldu.
İster adaya gelmek için Eurostar ile yolculuk yapmış olun, ister barda bir bardak şampanya ile kendinizi şımartacak olun, restore edilmiş, parlak St Pancras, Londra’nın görülmesi gereken yerlerinden biri. Bir zamanlar dünyanın en büyük kapalı alanı olan, günümüzde ise dudak uçuklatan tren istasyonu Barlow Tren Hangarı’nı, dolaşmak için istediğiniz zaman ziyaret edin.
Gare de Lyon istasyonu belle époque mimarinin günümüze ulaşan en muhteşem örneklerinden. Ayrıca şaşılacak derecede çok bezemeli Le Train Bleu de şüphesiz dünyadaki istasyonlarda yer alan en iyi restoran. Cephede asılı olan denizcilik, buhar, elektrik ve mekaniği sembolize eden çıplak heykelleri de incelemeyi ihmal etmeyin.
Brüksel’in Midi Station’ını mütevaziliğine kanmayın, Belçikalılar da diğer Avrupa ülkeleri gibi büyük terminallar inşa ediyorlar. Bunların en önemlisi ise mermer ve camdan inşa edilmiş, son zamanlarda restore edilen, Demiryolu Katedrali olarak da tanınan Centraal İstasyonu. Burada nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz, devasal kubbeye mi, tonozlu tavana mı yoksa çarpıcı şekilde geniş bir alanı kaplayan merdivenlere mi? Burası aynı zamanda 30 dükkanıyla bir elmas galerisine de ev sahipliği yapıyor ve şehrin mücevher ticareti mirasına da göz kırpıyor.
Venedik’i ilk görüşteki etki gibi bu istasyondan çıkan ziyaretçiler de (ben de dahil olmak üzere) tekrar tekrar bu 1950’lerin istasyon binasına girip sonrasında güneş ışığına çıkıp etrafta dolanıyorlar. Mucize bir anda gerçekleşiyor. Venedik araba sesinin olmadığı, kayıkların motorlarının sesinin yer aldığı ve kanalların yanlarındaki tur gruplarının bağırtılarıyla aniden gerçekliğe bürünüyor. Yazları sıcak ve yapış yapış, aynı zamanda da kalabalık olan istasyon dünyanın harikalarına açılan bri kapı. Her ne kadar 1950’lerin salonlarının ve platformlarının yenilenmesi gerekse de, burası trenle geçilen kıtanın en güzel yerlerinden birisi.
1990’larda Prag’a demir perde arkasından dramatik giriş gezginlerin nefesini kesen şeylerden biriydi. Hlavní nádraží’nin ihtişamı her ne kadar şehirden bir anayol ile kapansa da, yapı şehrin art nouveau hazinelerinden birisi. İstasyonun zengin dekore edilmiş lobisi ve süslü bezemeli tavanları muhteşem bir ilk ve son izlenim yaratıyor. Gar yapısı ise büyük bir yenileme çalışmasının arkasından yavaşça ortaya çıkıyor.
İngiliz mühendisliğinin altın çağına meraklı olanlar (kim değildir ki?) Budapeşte’nin sarayvari Keleti İstasyonu’nun çevresinde gezinmeli ve James Watt ve George Stephenson’ın heykellerini ziyaret etmeli. Bu çalışkan kaşifler demiryolunun altın çağında buhar teknolojsini sadeleştirip mükkemmeliyete kavuşturdular.
Hiçbir zaman gelmeyecek birini bekleyeceğiniz türden bir yer olan Floransa’nın Santa Maria Novella’sı tüm zamanlara yayılan Floransa’nın sanat, mimarlık ve yemeklerinin birkaç günlüğüne keyfini sürecek ziyaretçiler için biraz sürreal bir ilk tanıtım oluyor. Bu Mussolini’nin onayıyla yapılan faşist döneme ait bir yapı. İşaret kutularından istasyon saatlerine kadar modernist. Platform yanında yer alan Yahudilerin kamplara yerleştirilmek için sevkiyatı adına yapılan anıt ise İtalya’daki faşist dönemin bir hatırası.
Eğer bir istasyonun devlet başkanına ait ayrı bir süiti varsa, bilirsiniz ki bu bina özeldir. Fin granitiyle kaplanmış olan yapının ön cephesinde ikonik bir heykel yer alıyor. Helsinki’nin bu ana tren istasyonuna 2000 senesinde cam bir çatı eklenerek aydınlatılması sağlandı.
Paris’in Gare du Nord’daki War of Worlds art nouveau üslubundaki metro istasyon girişlerini gördüğünüzde bu üslubu etkileyici istasyonlar listenizden silmeyi düşünebilirsiniz. Tekrar düşünün. Porte Dauphine’e gidin ve Hector Guimard’ın rüya gibi tasarımlarını gerçeğe dönüştürdüğünü görün. Metro ağında bu girişlerden sadece iki tanesi ayakta kalabildi. Diğeri de en az bu giriş kadar görmeye değer olan Montmartre’deki Abbesses.
Portekiz’e gelen ziyaretçiler, çoğunlukla Porto’daki São Bento İstasyonu’nun beklenmedik, başlı başına turistler için çekici unsurlar olan muhteşem freskleri ve duvar sergileriyle şaşkınlık geçirirler. Jorge Colaço’nun duvarları kaplayan eseri Portekiz tarihinden sahneler sergiliyor.