Her hafta Çarşamba günleri Taraf Gazetesi'nde yazan İhsan Bilgin bu haftaki yazısında iktidarın şekillendirdiği kentleri konu alıyor.
İktidarlarla sadece mimar ve plancıları değil, tüm aydınları karşı karşıya getiren ezeli bir çelişki vardır. İcraat için varolan iktidar sadece siyaset, ekonomi, hukuk vs. sosyal ilişkilere değil maddi dünyaya da iz bırakmak ister. İnsan eliyle yapılmış en görkemli maddi ürün kent olduğundan, iktidarların gözdesidir.
Kuşkusuz bütün yöneticiler hijyen sorunları bahanesi kadar kendine karşı isyanlardan da kurtulmak üzere Paris’i baştan başa yıkıp barok şehir modeliyle ve bulvarlarla yeniden kuran III. Napoléon’un valisi Baron Haussmann kadar ileri gidemediler; ama Paris’e dahi yeniden ona yakın çapta iz bırakma hevesi için 50 yıl bile gerekmedi: 1889 Paris Fuarı için kurulan Eyfel Kulesi’nin heybeti ve kapasitesi, iktidarı o kadar cezbetti ki aydınların ve kentlilerin canhıraş muhalefetine rağmen, sökmeye kıyamadılar. Tabii konu Eyfel olunca teknik mükemmelliği kadar, yüzyıl sonra bile iletişim ağı odağı olacak yüksekliğiyle bir sanayi devrimi harikası oluşunu da unutmamak gerekiyor. Parisliler ve aydınlar ise demir yığını dedikleri bu devasa nesneyi Haussmannize olmuş Paris’e bile yakıştıramıyorlardı, oysa Paris’in maruz kaldığı radikal müdahaleler fantezinin doruğu da değildi; yarım yüzyıl sonra Hitler, Speer’e yaptırdığı projede, kendi anıtıyla biten 5 km’lik bir iktidar aksı yapmak üzere modern Berlin’in neredeyse tamamı ile dev parkını feda etmeyi göze alıyordu. Neyse ki çoğu hayalî gibi sapık bir fantezi olarak kaldı. Berlin Hitler’den kurtuldu, ama çilesinden değil; 19. yüzyıldaki Paris takıntısı epey sakarlığa mal olmuştu zaten. Burada bir parantez açıp 20’lerin Berlin’ini bahçe-şehir deneyimleri merkezine çeviren Martin Wagner- Bruno Taut ikilisi vizyonunu ve kentleşmeye katkısını ayırt etmek lazım yoksa her rejim/iktidar değişikliği Berlin’in başına yeni çorap örüyordu. Sonrasında Hitler fantezileriyle Gestapo işgali, ama bitmedi, sonra Duvar; dünya, kentin içinden ikiye yarıldı, soğuk savaşın merkezi oldu, çilesi bitmiyordu. Şimdi master öğrencilerim Vitra’nın desteği ve hocalarıyla orada, Dünya Kentleri dersinde Berlin çalıştık: gençlerle paylaşılması zor şehir: Walter Benjamin ve Marlene Dietrich gibi Berlinlilerin bahtsız hayatları gibi tarihiyle de puslu alacakaranlığın kenti: kısaca “yorgun şehir” deyip çıktık, öte yandan modern mimarlık tarihinin odağı oldu; yapı sergileriyle telafi etmeye çalıştı kör talihi. 20. yüzyılda Berlin’e iz bırakmamış dünya mimarı yok gibi, ama kolay değil, tutmamış dikiş, darmadağın kent. Bitmemiş projeler ve duvar izi dev boşluklar var. Bu noktada da 90 sonrasının bireysel gösterileri aşıp, kenti yeniden-inşa için dünyanın olanca mimari kapasitesini kullanan yönetim becerisi ayırt edilmeli.
İktidar kenti önemser demiştik; Margaret Thatcher de küresel neo-liberal dalgayı; Londra’ya dev Amerikan downtown’ı Canary Wharf’ı yamayarak başlatmıştı. Bu tecrübeli ve görgülü metropol, tam da aydınların uyardığı gibi postmodern yamayla kozmopolitliğinden yitirip mutenalaştı. İstanbul’da hedef/gündem şaşırtıp metroyu ikinci plana iten ve kentlileri çıkarları ve hatıraları, aydınları da onların dili olmak adına birleştiren kof hayallerin bu perspektiften farklı gözükeceğini umuyor ve diliyorum. Kentlerimiz bu dalganın hayırlarını görmeyip, hasarlarına mı maruz kalacak hep?