İngiltere'de fiziki mekanın ve mimarlığın sergilediği dönüşüm kronolojik olarak incelendiğinde, iktidar ve mimarlık arasındaki ilişkinin ne derece kuvvetli olduğunu görmek mümkün.
İngiliz Mimarisi’nin odağının ilahi yapılardan sivil yapılara doğru kaydığı 18. yy’da, güç de el değiştirerek kraliyet ailesi ve kilisenin tekelinden çıkıp toprak sahibi seçkinlerin kontrolüne geçiyordu. İlk politik, sonra toplumsal son olarak da mimari açıdan hissedilen bu el değişim süreci, kendisini konutların aşırı yayılması olarak gösteriyordu.
Konut alanlarına tek bir mimari formun hakim olması fikri 18. yy’da oldukça popüler hale gelmişti ve konutlaşma da bu eğilime paralel olarak gerçekleşti. Bu dönemde mimari uslüp, Barok ve ünlü mimar Andrea Palladio’nun çizimlerine de hakim olan erken dönem Rönesans mimarisinden daha sadeydi. Adam Kardeşler, John Wood ve John Nash gibi dönemin ünlü mimarlarının çizimleri de bu yeni ve daha sade akımın etkisi altında dönüşüm geçirdi.
Orta sınıfın refah seviyesinin Endüstri Devrimi ile birlikte yükselişe geçmesini takiben konutlaşmada da büyük bir artış gerçekleşti. Bu iki olayın bir diğer önemli etkisi ise 18. yüzyıl mimarisinin tekrar şekillenmesinde büyük rol oynaması.
Endüstri Devrimi yeni bir kent tarzını da beraberinde getirdi. Bu yeni kent, Antik Roma’dan beri karşılaşılan en büyük ve en kalabalık kent formuydu. 19. yüzyıl’ın başından sonuna gelindiğinde Londra, dönem başındaki büyüklüğünün 6 misli bir büyüklüğe erişmişti ve Manchester ise bugünkü Çin şehirlerinde olduğu gibi kontrolsüz bir büyüme sergilemeye başlamıştı. Tren, daha sonraki dönemlerde ise otomobil ve uçak, zaman ve uzaklık kavramlarının yanı sıra yerelliğe dair yıllanmış fikirleri de yıkıma uğrattı.
Aydınlanma Çağı’nın başlaması ile birlikte otoritenin ve düzenin köhne fikirleri de yıkılmaya başladı. 18. yüzyılın başında, diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi İngiliz mimarlar da kendilerini tekrar klasik dönem mimarisi içinde konumlandırmaya çalışmıştı. 19. yüzyılda Parlamento Binası’nın mimarlarından Augustus Pugin’in iddiasına göre ise gotik uslup, ahlaken en üstün mimari usluptu. Yine bu dönemde John Ruskin hangi mimari tarzın daha “gerçekçi” olduğu üzerine çalışıyordu. Ancak hiçbir çaba, gelişigüzel bir şekilde artan Mağribili, Hintli, İtalyan, Fransız, Bizanslı ve Yunan detayların uygulandığı binaların yayılmasını engelleyemedi.
Victoria Dönemi mimarisi üzerine yürütülen ve 20. yüzyıla kadar süren merkezi tartışmalara ve çelişkilere getirilen tanımlar büyük ölçüde Pugin, Ruskin ve William Morris’e aitti. Endüstri Devrimi’ne duydukları tüm olumsuz tepkilere rağmen, içinde bulundukları bu dönemin ne sunduklarından ne de mahrum bıraktıklarından kaçabilecekleri herhangi bir yol yoktu. Pugin’in, gotik kiliselerin yeniden canlanacağı kent tasarımına erişimi sağlayabilmesi için demiryoluna ve bu tasarımın maliyetini karşılamak için endüstrinin sağladığı zenginliğe ihtiyacı vardı. Ruskin’in Avrupa mimarisini araştırabilmesi yine demiryolları ile olanaklı hale gelebilmişti. Morris’in ise pahalı el yapımı mobilyalarını satabilmesi için Endüstri Devrimi’nin zenginleştirdiği burjuvaziye ihtiyacı vardı.
Victoria Dönemi’nin sonuna doğru tarihle donatılmış yapıların kontrolsüz çoğalması ile gelen bezginlik ve Ruskin ile Morris’in daha “doğal” ve daha “güvenilir” bir mimarlık arayışı “Arts and Crafts” akımının doğuşunu da beraberinde getirdi. Avrupa kıtasında ise Art Nouveau akımına paralel ancak daha farklı formlarda bir mimari yaklaşımı benimsemiş olan Philip Webb, Norman Shaw ve Charles Voysey de doğadan esinlenen ve materyallere doğal olanın güzelliğini kazandırmayı hedefleyen daha serbest tasarımlar gerçekleştirdiler. Bu sırada Ebenezer Howard insanların 19. yüzyılın binalarla dolup taşan kalabalık caddeleri yerine yeşil ile iç içe yaşayabilecekleri bir kent modeli olan “Bahçe Kent”i tasarladı.
20. yüzyılın başlarında Howard’ın modelinden esinlenen ilk bahçe kent örneği Letchworth’u sırasıyla Welwyn Garden City, Hampstead Garden Suburb takip etti ve bu model savaş sonrası dönemin kentleşme akımı haline geldi. Voysey’in iki savaş arasında banliyölerdeki konutlaşmayı etkisi altına alan tarzı, ikiz nizamlı evleri herkesin kendi parseli içinde ve kendine yetecek biçimde kapalı bir yaşam formu oluşturacak şekilde yeniden yorumluyordu. Birçokları için bu uygulama dehşet verici sonuçlar doğurmuş olsa da bir konut buluşu olarak döneme damgasını vurmuştu.
Ruskin, Morris ve “Arts and Crafts” akımının oldukça radikal ve yurtdışında oldukça etkili olmasına rağmen, 20. yy’ın başlarında çağdaş mimariye öncülük eden ülkeler Almanya, Fransa, Rusya ve Hollanda’ydı.
İngiltere diğer birçok konuda olduğu gibi mimari açıdan da modernizme direnç gösteriyordu. Endüstri Devrimi’nin icatlarına ve getirilerine rağmen bu çağı ilahlaştırmamak adına büyük bir çaba sarf eden İngiltere’de Avrupa modernizminin etkileri hem oldukça geç hem de oldukça zayıf hissedildi.
2. Dünya Savaşı sonrasında ise genç mimarların daha akılcı, daha aydınlık ve daha net çizgilere sahip bir mimariye ihtiyaç olduğunu fark etmeleri modern mimariyi İngiltere’de öncü akım haline getirdi. Bunu takiben İngiltere’de modern mimarlık farklılaşarak kendi çizgisini yarattı. Denys Lasdun ve Peter & Alison Smithson gibi mimarlar daha somut, daha sağlam ve arazi ile daha bütünleşik binalar ortaya çıkarmaya başladı. Erken dönem modern mimarinin soyut tasarımlarına bir tepki olarak geleneksel mahalle biriminin sosyal niteliklerini yeniden keşfetmeye çalıştılar. 1960’lı yıllarda Archigram akımı sökülüp takılabilen ve hareket edebilen binalar ve serbest formlu kentler gibi oldukça etkileyici fikirler yarattı. 1970’lerin sonuna gelindiğinde, bir nevi sosyal politika olarak kentlerin modernist bir şekilde yeniden inşası, kentlerin hem fiziki hem de sosyal yapısında tüm zamanların en büyük çöküşüne sebep oldu. Bu nedenle mimarlar, ruhsuz boş araziler, suçun ve sefaletin baş gösterdiği, tarihin sökülüp atıldığı kentler yaratmakla suçlandılar. Modernitenin temsilcisi devasa cam binalar ise petrol krizi sonrasında oldukça gözden düştü. Seri üretim toplu konut uygulamaları arkasındaki sosyalist politikalar ise tamamen reddedilmeye başlandı.
1984 yılına gelindiğinde Prens Charles, mimarlık mesleğine yönelik sözlü saldırıları ile kendisine büyük bir ün kazandırmıştı. Bu oldukça basite indirgenmiş saldırılara, politikacılar, mimarlar, geliştirici ve plancıların uygulamaları sonucu ortaya çıkan başarısızlıklara rağmen savaştan sonraki 10 yılda modern mimarlığın hiçbir başarılı ürün vermediğini söylemek mümkün değil.
Margaret Thatcher dönemine gelindiğinde ise alışveriş merkezleri, tematik parklar gibi özel sektöre ait mimari yatırımlar oldukça büyük bir artış kaydetti. Hem buna bağlı olarak hem de ayrıca Norman Foster, Richard Rogers, Zaha Hadid ve David Chipperfield gibi İngiliz mimarlar büyük bir üne sahip oldular ve hem küresel hem de fiziki ölçek bakımından önceki nesillere kıyasla oldukça şaşırtıcı uygulamalara imza attılar.
Günümüze gelindiğinde ise eski endüstri alanları ve doğal çevre arasındaki çekişme sonunda evrilerek yapıların sürdürülebilir olması gerektiği konusunda bir mütabakata bağlanmış gibi gözüküyor. 20. yy’ı etkisi altına alan modern olan ile tarihi olan arasındaki çatışma bir sona yaklaşıyor. Genç mimarlar üstatlarına kıyasla daha esnek. Binalar ise hem tasarım hem de yapı kalitesi açısından daha yüksek standartlara sahip olmanın yanı sıra, toplum mühendislerinin bir aracı olarak toplumu şekillendirmeye değil sadece “bina” olmaya hizmet ediyor.