Başbakan ve ekibi, Cumhuriyet tarihi inşa politikalarının en tutarsız kısımlarını bir araya getirmiş gibi gözüküyor
Son bir haber mimarlık ve kent konusunda duyarlı çevreleri yerinden kıpırdatmaya yetti: Ankara Dışkapı’da 1936’da inşa edilmiş, Çubuk Barajı’na bağlı Su Süzgeci Binası bir gecede yıkıldı (yapi.com.tr, 13 Ağustos 2013). Binanın yıkımında Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’na yaptığı başvurunun dört ay boyunca bekletilmesi arazi hakkında çoktan karar verildiği şüphesini uyandırdı. Peki, bu yıkıma sadece mimarlık cephesinden bakmak; hele ki henüz birkaç ay önce Gezi Parkı üzerinden başlayan sivil mücadele silsilesi ve altı durmaksızın harlanan AKM yıkımının ateşi söz konusuyken, bunları sadece içinde bulunduğumuz zaman içerisinde birbirinden bağımsız münferit gelişmeler olarak okumak açıklayıcı olur mu?
Bugünkü modern kentleşme, her ne kadar mevcut resmi tarih içerisinde Cumhuriyet’i milat olarak alsa da, esasında Osmanlı’nın 19. yüzyıldaki Batılılaşma hareketleriyle filizlenir. İmparatorluğun başkenti İstanbul ’da padişah ve kurmaylarının çabalarıyla ‘Garp milletleri gibi’ şehirlere sahip olma fikri öne çıkan itici güç olur. Henüz 1839’da Mustafa Reşid Paşa’nın (ki kendisi Tanzimat Fermanı’nda imzası olan önemli isimlerdendir) Alman mühendis Helmuth von Moltke’yi görevlendirmesiyle İstanbul’a ‘kentsel’ bakışın ilk örneği peydah olur. Tanzimat’ın estirdiği rüzgarın bir sonucu olan von Moltke planı uygulamaya konulmaz; ancak ileriye ışık tutacak bir kentsel bilinç oluşturur. Mustafa Reşid Paşa bunu tek kelimeyle özetler: “İntizam!” 1856’daki Aksaray yangını ardından ilk uygulama geliverir: Mustafa Reşid Paşa bu sefer İtalyan mühendis Luigi Storari’yi görevlendirir. Bunun sonucunda ortaya ızgara planlı ve geniş caddelerden oluşan Aksaray planı çıkar. 20. yüzyıl başında Mimar Mazhar bu durumu döneminin milliyetçi tavrı doğrultusunda “riyakâr ve milliyetsiz Tanzimat ruhu” olarak nitelendirir.
Bu kısa kentleşme hikâyesini anlatmamın sebebi ‘ecdad’ın mevzubahis kent olunca nerede durduğunu göstermekti. Devamında Sultan II. Abdülhamid ve kabinesinin alkış tuttuğu, Fransız mimar Bouvard’ın Hamidyen modernleşmenin simgesi olacak, ama aynı zamanda Sultan Bayezid Medresesi, İbrahim Paşa Sarayı ve Sultanahmet Külliyesi Medresesi dahil birçok Osmanlı abidesinin yıkımına sebebiyet verecek, bütçe yetersizliği sebebiyle iptal olan projesi de var. Nihayetinde, kentsel politikalar söz konusu olunca gelenekten çok geleceğe, faydaya ve ihtişama bakan bir ecdadın olduğu aşağı yukarı sezilebiliyor sanırım.
Erken Cumhuriyet dönemiyle devam edelim. Dönemin çağdaş yapı tekniğini ‘Osmanlıcı’ üslupla birleştiren I. Milli Mimari Dönem ardından biçim olarak da Batı’ya öykünen II. Milli Mimari Dönem gelir. Bu dönemin dikkati çeken, aynı zamanda da eleştirilen tarafı, yapıların ‘kimliksiz’, başka bir deyişle ‘evrensel’ oluşudur (Su Süzgeci Binasının da bu dönemi tam olarak yansıtan yapılardan biri olduğunun da ayrıca altını çizelim).
İmparatorluğun İstanbulu’na mesafeli yaklaşan Kemalist fikriyat, bizzat öz çocuğu bildiği, 1916 yangını sonrası iyice tenhalaşmış Ankara üzerinden kendi kent idealini oluşturur. Ankara’daki gelişmeler 1930’ların ortası itibarıyla İstanbul’a sıçrar. Fransız mimar Henri Prost’un hazırladığı Cumhuriyet’in İstanbulu planı, İmparatorluğun vakti zamanındaki titrek modern çizgisini, yeni ideolojinin de elindeki güçle birlikte katlayarak benimsediğini gösterir: Gelenek lazım değilse reddedilir; ondan ziyade gelecek, fayda ve ‘kendi’ ihtişamı önemlidir (Unutmadan, bugün her fırsatta eleştirilen Prost’un planı, von Moltke ve Bouvard’ın planlarıyla ilginç bir şekilde örtüşür).
Bugüne geri dönersek; kuvvetle muhtemel ileride ‘inşaatçılığı’yla da çokça anılacak mevcut iktidar, yaptığı kadar yıktığıyla da tepki çekiyor. Peki yıkmak neden bu kadar tepki doğuruyor? Şehirler biraz da ‘yıkılarak’ yapılmaz mı? Erdoğan ve ekibince Osmanlı mirasının ihyası ve millete hizmet amacıyla bu yola çıkıldığı ısrarla vurgulanıyor. AKM yerine yapılabilecek bir binanın ‘barok’ olabileceğinden dem vurulurken, İstiklal Caddesi binaları örnekleniyor; fakat bu binaların Tanzimat’ın getirdiği Batılılaşma estetiği çizgisinde, çok kimlikli bir anlayışla yapıldığına dair en ufak bilgi verilmiyor (Bu yapıların ‘barok’tan ziyade neo-barok, art nouveau ve neo-rönesans üsluplarda olduğu gerçeğini bir kenara bırakıyorum). Başbakan, etrafındakilerle, çok kimlikli Osmanlıcı üslubu sadece biçim olarak alıp arkasına holdingleri ve ihalelerini yerleştirerek ilerliyor. Bunu yaparken de hedefe, düşman yeldeğirmenleri olarak ‘ucube’leri koyuyor; zira siyasetteki ‘zıttından güç alma’ tavrını gene sürdürüyor. Bu ucubelerin de Erken Cumhuriyet Dönemi’nin yapıları olduğunu belirtmeme herhalde gerek yok.
Mimar Mazhar ‘kimliksiz’ olarak nitelendirdiği Tanzimat sonrası mimarisine haksızlık ediyordu; bu, tek parti döneminde, önü alınamayan, esasında da Tanzimat öncesine ait olan Topçu Kışlası’nı yıkmak gibi hatalarla devam etti. Kimliksizliği yererken, evrensel olan modern üslup, ‘Modern Türk Mimarisi’ adı altında yeni rejimin mimari kimliği haline getirildi. Kemalizm ile mücadelesini sürdürdüğünü iddia eden bugünkü iktidarsa, savaşını sadece fiziksel alana dökmüş gibi gözüküyor. Bunu yaparken de mücadele ettiğini iddia ettiği Şeflik Dönemi politikalarını (Menderes döneminin inşa politikalarını hatırlatırcasına) birebir kullanıyor. Etraftaki ucubeleri yıkacağından dem vururken, tek parti döneminin anekdotlarından feyzalıyor; ancak bu alıntıları yaparken, aynılarını birebir ürettiğinin ya farkında değil ya da bizleri kandırıyor. Aslında zamanının siyasi tavrından bağımsız ele alınması gereken, döneminin nitelikli ve korunması farz yapılarını, ideolojinin içerisine hapsedip kolaya kaçıyor. Noktayı koymak gerekirse, Başbakan ve ekibi, Cumhuriyet tarihi boyunca inşa politikalarının en tutarsız kısımlarını şu an için kendi bünyelerinde biraraya getirmiş gibi gözüküyor.
* Mimar, Boğaziçi Üni., Tarih