12 Haziran Çarşamba günü, Gezi Parkı olayları ile ilgili Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile yapılan toplantıya katılan İpek Akpınar, Facebook sayfasında konuşma metnini yayınladı.
“Bir İstanbullu, Taksim mahallesinde okuyan, çalışan, 15 gündür öğrenci ve asistan arkadaşlar üzerinden bu protestoların parçası olan, içinde yasayan, destek veren bir kentli olarak buradayım. 2 yıldır bu konuda 5 panel-konferans düzenleyen bir kimlikle davetinizi kabul ettim…
Barışçıl protesto sürecinde olaylar size filtrelerden geçerek ulaştı. Bu diyalog ortamı için de teşekkürler…
21. yüzyıl İstanbul’unda üzerinde calıştığıniz 3.500 proje var… Bir dünya kentine doğru hızla ilerleyen İstanbul’da Taksim simgesel merkez.
İstanbul’u abad etmek… 17.yüzyıl sonundan beri önemli bir düş: Henri Prost ise kültür, eğitim, spor işlevleriyle yeşili, kamusal mekanları iç içe geçirdiği bir yaşam senaryosu kurgulamış: bu kamusal mekan, zaman içinde Türkiye’nin meydanı olmuş… En acı günümüzü, kanlı 1 Mayıs yaşadık; GS şampiyon olduğunda hep birlikte buradaydık… Kentin, toplumun bellek mekanlarından olan bu park, bugün Türkiye’nin meydanı: Bu kamusal mekan, toplumun farklı kesitlerini kucaklıyor. Üzüntümüzde sevincimizde birlikte yürüdüğümüz, şarkılar türküler söylediğimiz bir mekan burası. Hepimize ait…
Dünyanın en gelişmiş metropollerinde dünya kentlerinde en önemli belediye uygulamaları kamusal park alanlarının geliştirilmesi yönünde… Olağanüstü bir cennet köşesini yok etmeye yönelik uygulamanızı düşünmek liderlik ötesinde bir devlet adamlığı gereği…
Demokratik ülkelerde bu tür kentsel kararlar katılımcılıkla, yerel ile yerel yönetici arasındaki diyalog ile, uzmanların elele yürüttüğü toplumun farklı kesimlerinin fikri alınarak çoğulcu süreçlerle gerçekleştirdi…
İşte tam da bu noktada Ahmet Hamdi Tanpınar diyor ki: “yıkmak, yapmak için dahi olsa daima zararlıdır ve hakiki yapıcılık ilave etmektir.” (Yaşadığım gibi, s.202)
Planlamacılar ve tasarımcılar, kentsel-mimari bir tartışmadan çok, Ertuğ Uçar’ın da vurguladığı gibi, politik–ideolojik bir tartışmanın içine çekiliyorlar. Taksim’deki yıkım süreci yan anlamlar taşıyor. Kamusal mekanımıza el konuyor, özelleştiriliyor. Yerel ve merkezi yönetim tarafından, entelektüel ve kamusal bir düşünce üretimi olmaksızın gerçekleştirilen sözde proje var. Kentin bu yegane kültür vadisinin rehabilite edilmesi, geliştirilmesi, geleceğe taşınması için ortada katılımcı bir özne yok. Bu alanın korunmasının ve geliştirilmesinin bugün koruma kurulu kararlarıyla, güvenlik önlemleriyle, ya da park ve bahçelerle ilgili sorumluluklarla gerçekleşmesi mümkün gözükmüyor. Bugün kent yönetiminin gerçekleştirmeye çalıştığı plan ve projelere atıfla günümüzün çağdaş metropollerinin parçacıl bir bakış açısıyla yönetilemediğini ve farklı işlevler, öncelikler içeren kentsel kamusal alanın müzakereye ve katılıma açık bir yöntemle ele alınma ihtiyacı var. Ama yerel yönetim kentin insanlarını şeffaf –katılımcı bir platformda ikna etmeden– hukuki süreçler bitmeden iş makineleri ile yıkıma girişti bile… Bu sözde proje gerçek bir mimari ve kentsel problemi sorun etmiyor. Kent, inşaattan medet umulan, inşaat sektörünün lokomotif olarak kullanıldığı “yıkarak yapmak” dönemlerden birini daha yaşıyor.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Tanpınar (1961, 1999) de iki uygarlık, iki değerler sistemi arasında bocalayan Türk toplumunun ironik tablosu çizer.
Taksim’de kapalı kapılar ardında gerçekleştirilen süreç, Uğur Tanyeli’nin deyimiyle “histiografik” bir sorun. Binaları yeniden yaparak geçmiş yeniden inşa edilemez. Geçmişin sorunsuz olduğu sorunlu bir duruş. Walter Benjamin’in de belirttiği gibi aslında estetizasyon “totaliter bir tavır”. Müzeleştirme, aslında geçmişi paranteze almaktır.
(Bu çervevede “Sizi insani İstanbul’u keşfetmeye çağırıyoruz” başlığı altında Taksim Gezisi, yani Beyoğlu’ndan Nişantaşı’na İstanbul’un rekreasyon ve kültür alanını canlandırmak için alternatif yaklaşımlarin bulunduğu dosya Başbakan’a teslim edildi.)
Bitirirken
Hiç birşey göründüğü gibi değil: değişik açılardan bakabilenler “lider”dir, iyi yönetir. Bütünü kavrayanlar, çoğulculuğa kucak açanlar devlet adamlarıdır. Park militarist bir gençlik yerine hümanist/ barışçıl eski döneberlerini silmiş, yeni dönemin paradigması içinde yetişmiş olağanüstü bir gençlik tarafından savunuluyor… bu gurur verici…
Bugün tek sözünüzle bu krizi bitirebilirsiniz. Dışlamak yerine kucaklamak devlet adamından beklentimiz… Grubu yönetmek liderlik; çoğulcu bütünü yönetmek ise devlet adamlığıdır…”
İpek Akpınar’ın görüşme sonrası yaptığı açıklama: