“İstanbul’un İmarı’na ilişkin notlar

Zaman'dan Hilmi Yavuz, çok yakın zamanda hakkında çok söz edilen ama yerini hızla sıradakilere bırakan İstanbul'da oluşturulacak iki yeni şehir konusunu değerlendirdiği yazısını şu paragraf ile bitirmiş:

“Tekrar asıl soruya dönüyorum. İstanbul’un ‘ikizleri’ nasıl olacak? Caddeleri dik açılarla kesişen modern şehirler mi, geleneksel mahalle düzeninin korunduğu, tabiat ile mimarî’nin [Doğa ile Kültür’ün] uyumlu birlikteliğini öngören Osmanlı şehri mi, yoksa modernle gelenekselin ‘ve’ bağlacıyla temellük edildiği bir yapı mı? Hangisi? Aslında konuşulması gereken budur. Mesele entelektüel bir meseledir ve bu sadece mimarlara ve siyasetçilere bırakılmayacak kadar ciddi, hem de çok ciddi bir meseledir!”

Yavuz bu soruyu yazısında “şehir” hakkında dile getirdiği düşünceleri doğrultusunda soruyor. Değerli yazarımızın bu sorusuna ilişkin olarak ben de şu soruyu sormak istiyorum: “İkizler’in nasıl bir şey olacağı konusunda hâlâ böyle beklentilerimiz mi olabilir mi?” Sonuç tabii ki “dik açılarla kesişen modern şehirler” olacak. Yaklaşık yüz yıldır “Doğa ile Kültür’ün uyumlu birlikteliğini öngören Osmanlı şehri”ni aklımızdan tamamen çıkarmış durumda değil miyiz? Dolayısıyla dar ve eğri sokaklarıyla şehirlilere “sürprizler” hazırlayan bir şehri hayal etmek artık imkânsız. Ayrıca sanırım bugün “modernle geleneksel”in buluştuğu bir şehrin hayalini kurmak da doğru bir seçim değil. “İkizler”in bazı sokaklarının “eski şehir”i andırması kötü bir “taklit”ten öteye gidebilir mi? Bütün bunların nedeni -hiç şüphesiz- Tek Parti’si, Menderes’i, ve devamıyla “gelenek” ve “modern”i “şehir”de bir arada düşünmek gibi bir derdimizin kalmamasıdır. O halde yapılması gereken iş -bana göre- “eski şehir”i gerçek eskilere zarar vermeden “modern bir şehir” haline getirmektir. Oktay Rıfat’ın -Selim İleri’nin bir şehir yazısında hatırlattığı- 1940’daki şu dizesinde anlatılan şu “ev” bir daha geri gelmemek üzere sadece hatıralarda kalmıştır: “Bir odamız vardı etrafı sarmaşık / Bostanlara bakan penceremiz”.

“Şehir” söz konusu olduğunda bu ülkenin bütün cenahlarının fikir birliği içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu “cenahlar” içinde “muhafazakârlar”ın yer almasını çok daha ciddi biçimde sorgulamalıyız.

Turgut Cansever, 20 yıl önce İstanbul’un konuşulduğu bir toplantıda şöyle diyor:

“Türk aydınları Tanzimat’tan itibaren Fransız sonra Alman etkisindeydiler. Selimiye Kışlası yapılırken Kavak Sarayı vardı, o yıkıldı, halk isyan etti. Büyük yapı başarı sayılıyordu. Menderes imarı da büyüklük ve kuvvet göstermek isteyen üst yönetimin müdahalesiydi. Esas sorumlu icracılardı, teknisyenlerdi. Hepimizin sorumluluğu var.

“Yol mühendisleri şehirci yokken ortaya çıktı. Eski şehirleri yok ettiler, şehirciler kendilerini yetiştirmediler. Menderes döneminde nüfus 1-2 milyondu, şimdi 10 milyon. Yağma sistemsizdi, şimdi daha sistemli ve teknisyenler eliyle yapılıyor. Şimdi İstanbul için çok daha büyük tehlikeler var.”

Orhan Tekeli ise bir konuşmasında durumu şöyle değerlendiriyor:

“Türk şehirleri ilk kez modernitenin yıkıcı yüzüyle karşılaşmaktadır. Örgütlenmiş bir kurum olarak Mimarlar Odası buna karşı ilk mücadeleyi veriyor. Bu mücadele veren gruba baktığımız zaman, ismini saydığımız bu üç plancıyı belirli başka isimlerle beraber görüyoruz. Bunlar Turgut Cansever, Şevki Vanlı, Cihat Burak, belki Abdullah Kuran’ı da bunlara eklemek gerekecek.”

İktidarı ele geçirip de “yeni bir şehir”, hatta “yepyeni bir şehir” kurmak hayalinin peşinden koşmayan yok gibi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ankara” romanını hatırlıyorsunuzdur. (Çünkü okullarda “okunup özeti çıkarılacak” -daha doğrusu “okunmadan özeti bulunacak”- kitaplar arasında yer alıyor!) İktidardaki Tek Parti’nin -pek çok ütopisti hatırlatır biçimde- ideolojisine yaraşır bir “şehir” arayışıydı bu. Ama bakın, şaşırtıcı biçimde Tek Parti’nin ardından gelen Menderes iktidarı da kafasını da benzer bir ütopya meşgul etmeye devam ediyor.

Ayşe Hür’ün güzel yazılarının birisinden bir alıntı:

“…Menderes el yordamıyla hareket etmekte sakınca görmedi. Bir gazeteye verdiği beyanatta ‘plan iyi bir şey ama bunun için vakit ve nakit lazımdır’ demişti.(…) Menderes’in öylesine acelesi vardı ki, yıkılmak istenen binalara alelacele ‘maili inhidam’ (yıkılmak üzere) raporu alınıyor, ertesi gün yıkım başlıyordu.(…) Bu fasıldan, Eminönü-Unkapanı yolu dinamitlerle açılırken Rüstem Paşa Camii’nin duvarları ve eşsiz çinileri çatlıyordu. Beyazıt Meydanı belki on kez yıkıldı, on kez yapıldı. (Romancı Orhan Kemal ‘DP devri, yıkım, yapım, tekrar yıkım devri. Meydan indir, meydan kaldır devri…’ diyecekti.) Marmara kıyısındaki güzelim koylar, kıvrımlar, toprak ve molozlarla dolduruldu. Menderes’in başarılı ‘basınla ilişkiler’ stratejisi sayesinde, yıkımlar gazeteler tarafından ‘çok iyi oldu, şehrin ufkuaçıldı’ diye kamuoyuna sunuluyordu…”

“İstanbul’un imarı”na ilişkin “başarılı basınla ilişkiler stratejisi”ne ilişkin Burak Boysan da (İkbal Polat’ın yazısı içinde, Radikal 2, 15.05.2011) şöyle diyor: “…Sonuçta, basının geniş desteği de sağlanıyordu. Surların yıkılması ve sahil yolunun yapılmasını ‘çok iyi oldu, şehrin ufku açıldı’ diye yazanlar ve fotoğraflar basarak bu mutluluğu belgeleyenler oldukça fazlaydı. Hatta basında, caddelerin geniş ve düz olmasıyla, o şehirde yaşayan insanların da iç dünyalarının etkileneceği ve kötü yola sapmalarının önleneceği arasında ilişkiler kuranlar bile oluyordu.”

Yirmi yıl önce yayımladığım “Demokrasi Arayışında Kent” adlı kitabımda iktidarların “şehir ve şehircilik” konusuna ne kadar çok meraklı olduklarını politik-felsefi bir okumayla anlatmaya çalışmıştım. Şimdi bakıyorum da hiç de fena değilmiş doğrusu!

Etiketler

Bir yanıt yazın