Kendini "Türkiye'yi evi gibi gören bir yabancı" olarak tanımlayan Jesse Honsa, Hyperallergic isimli internet sitesinde Gezi Parkı olayları sırasında yaşadıklarını yazdı.
Kalabalık, meydana kadar birçok bariyer kurmak için seferber oldu. Bunlardan birincisi polis araçları tarafından bozuldu. İkinci ve üçüncüler inşaat alanından taşınan malzemelerle oluşturulmuş kuş yuvalarıydı ve son ikisi sadece kaldırım taşları yığınından oluşuyordu. Daha az cesurca ama belki de tazyikli su fışkırtan ekipmanlı panzerlerin meydana girmesini engellemenin tek yolu bariyer kurmaktı. Son barikatın yakınında bir yerlerde beyaz gaz bulutları oluştu. Kalabalık yuhlayarak, yavaşça geri çekildi. Şarkılar söyleyerek meydan okudular, yanan gözlerini taze süt ve Talcid’le rahatlattılar.
Bu duruma yol açan olaylar inanılmaz. Bir hafta önce bu genç eğitimli Türkler alışveriş yapıyor, eğleniyor ya da iPhone’larında oyun oynuyorlardı. Şimdi, neredeyse kutsal olan bu bölgenin savunmasında birlik olmuş bedenleriyle katkıda bulunuyorlar. Bu Dionysus vari savunma ritüeli Taksim’de bir rutine dönüştü.
Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu’nun güzel antik merkezi olan İstanbul, hükümet tarafından, şehrin yüksek rezidanslarının yapılması için, aşamalı olarak tahrip edildi. Zorla tahliyeler, tarihi ilçelerde tabula rasa kentsel dönüşüm için en kolay yol oldu. Toplu Konut İdaresi (TOKİ) sonsuz sayıda kapalı lüks siteler inşa ediyor. Ve yeni bir köprü ve havaalanının kuzey ormanlarında yapılması bu şehrin oksijen kaynaklarının ölüm emri olacak. Bu rezidanslar politik gösterişten çok bölgesel kavgalar; şehirliler fiziksel olarak, sevgili şehirlerinin kavisli sokaklarını ve sevimli eski cephelerini, Dubai gibi cam emtia ve anayollara döndürmeden korumaya çalışıyorlar. Yaşanan polis müdahalesi de Erdoğan’ın buldozerli muhalefet yaklaşımının göstergesi. Eğer İstanbul’da başlayan ve tüm Türkiye’ye yayılan protestolar hakkında uluslararası basını takip ediyorsanız bunun İslamcı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve toplumun laik kesiminin arasında ideolojik bir kavga olduğu ve harekete geçiren önemsiz ögenin bir şehir parkının işgali olduğu yönünde yanlış bir izlenim altında kalıyor olabilirsiniz. Fakat tüm bu ortaya çıkanlar içinde bu kentsel alanın önemi küçümsenemez. İstanbul’un ana meydanı olan Taksim’i yayalaştırma projesinin bir parçası olarak bitişiğindeki Gezi Parkı Osmanlı tarzı bir AVM yapılmak için yıkılıyordu. Protestocular burayı park olarak korumak için çaba sarf etti. Bu Wall Street’i işgal hareketi gibi sembolik ya da ideolojik bir gösteri değil. Bu insan bedeniyle buldozerler arasında siyasi söylemi daha güçlü hale getiren ilkel bir mücadele.
Taksim ayrıca protestoların tarihsel olarak ortaya çıktığı ilk yer. Meydanın planlanan yayalaştırması protestocuların meydana ulaşımını kesiyor. Bu etkili bir çeşit vazektomi. Erdoğan’ın kendi absürd ve ironik kelimeleriyle “Taksim’deki trafiği durdurmak istiyoruz, meydanı insanlara vereceğiz, yayalaştırmayla herkes orada özgürce yürüyebilecek.” Bu yerin muhalefeti politikacıların halklarını dinlemeyi reddettiği bu zamanlardaki demokrasi rezervinin son izi olarak tehlike altında.
Geçtiğimiz günlerde Taksim’e komşu olan kafeler, kulüpler ve yoga stüdyolarıyla dolu olan Cihangir’deki apartmanımın hemen dışında bir hat üzerinde bir gece boyu süren destansı bir savaş vardı. Genel olarak yerel katılım vardı. Kadınlar ve erkekler ön hatlara gidip alkışlayarak ve bağırarak, renksiz ciltleri, acı içinde kırmızı şaşı gözleriyle geri dönüyorlardı. Barın dışında bir bira içip tekrar gaz bulutunun içine dönüyorlardı. Gece devam ederken, polis gaz kutularını insanların kafalarına atmaya başladı, göstericiler polise atılan cisimlerle misilleme yaptı. Sokaktaki babaları, TOMA’lara atmak için yerlerden söküyorlardı. Bu sırada her pencereden destekleyen kap-kacak sesleri yükselmeye başladı. Tekrarlıyorum, bu insanlar yoksullaştırılmış köylüler değil, onlar çoğunlukla orta ve üst sınıftan şehirliler, hayatlarını ve kariyerlerini riske ederek kentsel alanlarını koruyorlar.
Çatışma ertesi gün öğleden sonraya kadar devam etti, on binlerce kentli Meydan’a yaklaştığında polis tutuklamalara başladı. Taksim geçtiğimiz Cumartesi’den beri bu insanların ellerinde ve bırakmak niyetinde değiller.
Eğer uluslararası haberleri takip ediyorsanız buranın şiddetli çatışmalar, anarşi ve Mad Max fotoğrafları gibi, yangınlarla ve tahrip edilen mülkiyetlerle korkunç bir yere dönüştüğünü düşünebilirsiniz fakat burası daha çok bir ütopyaya benziyor. Yiyecek, içecek ve kitaplar paylaşılıyor, gösterimler yapılıyor. Toplumun büyük kesimi parkı barışcıl olarak korumak ve arkasında pusuda yatan göz yaşartıcı canavarı ablukaya almak konusunda ortak bir amaçta birleşti. Polis varlığı olmayınca suç azalıyor; insanlar ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar ve barışın eylemin meşruiyeti için gerekli olduğu konusunda ikna olmuş durumdalar.
Gezi Parkı kentsel bir hareketin doğuşu oldu. İşgalciler parkı şimdiden kendi isteklerine göre dönüştürdüler. Hükümetin projesinde kullanılan taşlardan yapılan serbest bir kütüphane inşa ettiler, alandaki müteahhit ofisinin içini cuma günkü “devrimden” fotoğraflarla süsleyip sergi oluşturdular. Bu kentlilik sergisi içinde, güçleri hiçe sayarak pasif tüketiciliği ve banliyöleşmeyi teşvik etmek istediler, sebze yetiştirdiler, yoga yaptılar ve kitap okudular.
Gezi Parkı protestoları 29 Mayıs’ta yıkım ekiplerinin gezi parkına girmesiyle başlayıp büyüdü ve birkaç günde insanların sayısı arttı ve hükümetin yol açtığı şiddet 31 Mayıs Cuma, polisin bütün meydanı kabaca kontrol altına almasıyla zirveye ulaştı. İlk korkuyu hissettiğimde kuzey tarafından Harbiye’den geliyordum. Büyük cadde binlerce protestocuyla doluydu. Birkaç dakika içinde zehirli bulutlar bizi sardı ve bir panzer belirip biber gazı ve tazyikli su püskürttü. Herkes panzer tarafından sürüldü ve binaların cephelerine çarptılar. Korunmak için ara sokaklara kaçtık, gaz kutuları gökyüzünde uçuşuyordu. Deneyimli eylemcilerin kalabalığı sakinleştirme çabaları iki polisin plastik mermi sıkmasıyla sona erdi ve cehennem gibi bir panik bizi bitirdi. Park halinde olan araçların yanına sığındık.
Daha sonra aynı akşam ilk korku kayboldu ve yanımdakilerle bu saldırıdan sağ salim kurtulduğumuzun farkına vardık, bu bu gözdağından kurtulmakla cesaretlendik. Bu güçlenme anı bize baskıcı otoriteye karşı ayakta durma gücü verdi. Bu kırılmaz dayanışma hala herkesin arasında. Gözyaşı gazının kokusu bize polisle korkunç çatışmaların sürdüğü yerlerdeki erkek ve kız kardeşlerimizin yanında olmak için Batman sinyali olmaya başladı.
Şunu söylemeliyim ki Türkiye’yi evi gibi gören bir yabancıyım. Türkler beni ölçüsüzce etkiliyorlar ve bence kendilerini bile baskı güçlerine karşı çarpıcı cesaretleriyle etkiliyorlar. Çarpışanlar TOMA’lar tarafından ıslatılıyor. Bu belkide meydan okuyan yeni bir çağın başlangıcı olabilir.