Galata Rum Okulu'nun ardından, İstanbul Modern'de sergilenen işleri gezdik. 16 Eylül'de açılacak 15. İstanbul Bienali'ni gezmeden önce işler hakkında fikir edinmek isteyenleri önizleme yazımıza davet ediyoruz.
Latifa Echakhch, Silinen Kalabalık, 2017, Fotoğraf: Ekin Bozkurt
1957-58 yıllarında Sedad Hakkı Eldem tarafından tasarlanan İstanbul Modern, Denizcilik İşletmeleri için kuru yük antreposu olarak inşa edilmişti. 2003 yılında 8. İstanbul Bienali’nin ana mekanı olmasından sonra Türkiye’nin ilk modern ve güncel sanat müzesine dönüştürülen ve o zamandan bu yana kalıcı ve geçici sergilere ev sahipliği yapan İstanbul Modern, Galataport Projesi kapsamında tekrar bir dönüşüm geçiriyor. Çevresi inşaat halinde. 15. İstanbul Bienali için buraya yerleştirilen işler, müzenin geçirmekte olduğu dönüşümle de bağlantılı olarak seçilmiş.
Bu bağlantı cepte dursun; Bienal’in İstanbul Modern bölümü, komşulukları, evleri, mahalleleri, kentleri; yaşantıları gözlemleyen, değiştiren; evsizleştiren, mekanı ortaklaştıran, kaybettiren, göç ettiren, yağmalayan, hatırlatan olayların görüntüleri silsilesi. Kolaj, video, yerleştirme, fresk gibi çeşitli medyalar aracılığıyla bize aktarılanlar, toplumsal hafızamızda yerini öyle ya da böyle alan, dünyanın neresinden gelirlerse gelsinler ortaklaşılan hikayeler. Sanatçıların çoğu da kişisel deneyimleriyle birleşik yaşantıları anlatmış. Kentsel dönüşüm, doğanın talanı, savaş, göç konuları etrafında şekillenen işlerden bazıları şöyle:
Young Jun Tak, Objelerin Sessizliği ve Belagatı, 2017, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Mekana ilk girdiğimizde, tavana ters asılmış mobilyalı bir oda görüyoruz. Ya da bir “oda” gördüğümüzü sanıyoruz. Çünkü aslında gördüğümüz şey tam olarak, sanatçı Young Jun Tak’ın Güney Kore’deki apartman dairesinin orijinal ölçülerdeki beyaza boyanmış kopyası. Kiraların yüksekliği nedeniyle, Güney Kore’deki birçok genç gibi, ailesinden ayrıldıktan sonra bütün ev işlevlerinin tek ve küçük bir mekanda toplandığı stüdyo eve çıkan Young, hiç hoşlanmadığı, kendisini hiç rahat hissetmediği evini baş aşağı asıp beyaza boyayarak, bir süre yaşamak zorunda olduğu kendi anonim gerçekliğini ters yüz ediyor. Bu kişisel hikayeyi izlerken hem Young’ın mahremine giriyor gibi, hem de eşyaların ayrıntıları beyazla kaplı olduğu için çok yaygın ve kimliksiz bir yaşantıya bakar gibi hissettik. Not: Young artık Güney Kore’de yaşamıyor.
Latifa Echakhch, Silinen Kalabalık, 2017, Fotoğraf: Ekin Bozkurt
Silinen Kalabalık, bir koridor boyunca içinden geçtiğimiz, üzerlerindeki afişlerin parçalandığı ve sıvaları dökülmüş iki duvar arasında yürürken, sokaktaymışız gibi hissettiren bir iş. Yerlerdeki parçalar da Latifa Echakhch’in parçaladığı fresklere ait. Fresklerde genellikle topluluk olarak hareket eden, protesto eden, gözlerini, kafalarını koruyarak bir tehditten sakınan; beyaz gaz maskeli, baretli insanlar var. Koridoru hızlıca geçip farkına varmazken, işi anlatan bir arkadaş şöyle diyor: “Fresklerin Gezi Parkı direnişini konu aldığı çok açık.” Sonra koridorun içinden daha yavaş geçip inceleyince görüyoruz ki, Latifa kötücül güçlerce bastırılan politik hareketlerin yer yer yok oluşlarını, kan kaybetmelerini bu parçalanmış görüntülerle, Türkiye’deki en önemli direniş hareketlerinden birisi üzerinden ifade ediyor.
Yonamine, 2017, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Yonamine, 2017, Fotoğraf: Ekin Bozkurt
Yonamine’nin kolajları, yırtılmış, yerinden sökülmüş posterlerden oluşuyor. Yonamine de posterleri Latifa gibi sergilediği duvarda parçalayarak, sokak sanatının icraat kısmını da galerinin içerisine taşımış. Latifa’nın parçalanmış freskler sokağı, komşusu Yonamine’nin dört bir duvarını yırtık afişlerle çevrelediği salona açılıyor. Yonamine’in işinde duvar yazılarının, kentten imajların olduğu yırtık afişlerin üzerlerinde, aynı imajların devamını gösteren tablolar da var. Sokak sanatı ile rijit ve düzgün görünümlü tablonun üst üste olması bize bir çeşit galeri mekanlarına eleştiri barındırıyor gibi de hissettirdi.
Rayanne Tabet, Kil Ayaklı Dev Heykel, 2015, Fotoğraf: Ekin Bozkurt
Rayanne Tabet’in Kil Ayaklı Dev Heykel yerleştirmesi, ilk bakışta isminin de verdiği epik etkiyle antik Yunan kentlerinden bir kalıntıyı andırıyor. Ancak hikayesini okuduktan sonra ismine ve sütunlara bir daha bakınca, bir bütünü taşıyan ayaklar, bir temel olduğu anlaşılıyor. Yonamine ve Latifa’nın parçalanmış imgelerinin anlattıklarından sonra ilk karşılaştığımız çalışma bu değil. Ancak bir başka parçalanmayı görüp hikayeler arasında bağ kurabiliyoruz: Bu kez, tarihi bir evin parçalanması / yıkımı söz konusu. Çalışmanın metnini okuduğumuzda, Beyrut’taki mülkiyet yasalarına göre, çatısı olmayan evlerin ya tamamen yenilenmek ya da satılmak zorunda olduğunu öğreniyoruz. İşte bu kalıntılarını gördüğümüz, onların arasında dolaştığımız bina da, çatısı bir müteahhit tarafından gizlice sökülüp, yasal zemine uydurularak yıkılan tarihi bir bina. Tanıdık bir hikaye değil mi?
Alper Aydın, D8M, 2017, Fotoğraf: Ekin Bozkurt
Kil Ayaklı Dev Heykel’in yanıbaşındaki köşede, bu kez bir doğa yıkımına şahit oluyoruz. Bir başka parçalanma, bozulma daha. Bu noktada, “komşu” çok sıcak ve iyi hissettiren bir tema gibi görünse de bienalin küresel sorunları en büyük ölçekten en küçük ölçeğe, yani mahalle ölçeğine kadar mercek altına aldığını daha iyi anlıyoruz. Kentlerin geçirdiği dönüşümler coğrafyadan coğrafyaya benzediği için, tanıklıklar ve hafıza da ortaklaşıyor. Alper Aydın’ın yerleştirmesinde, gerçek bir buldozer kepçesi düşen ağaç dallarını toparlıyor. Doğal bir tahribatın sembolik anlatımı, bir galerinin içinde bire bir boyutlarda görüldüğünde çarpıcı hale geliyor. Benzer görüntüyü, İstanbul’un çeşitli park ve ormanlarında görebilmek de mümkün (!)
Volkan Aslan, Evim Evim Güzel Evim, 2017, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Bir odanın duvarını kaplayan birbirine bitişik üç dev ekranın karşısına oturduğumuzda ortadaki deniz görüntüsünün ayırdığı iki farklı mekanda, iki farklı insanın geçen bir gününe tanıklık ediyoruz. İlk görüntüdeki kadının günü evde geçiyor. Çiçekleri sularken, sigarasını sararken ,evi tarafından sarıp sarmalandığını ve huzurlu olduğunu hissediyoruz. Videoda kullanılan kahverengi tonlarındaki sıcak ışığın da bu huzuru hissetmemize katkısı oluyor. Son görüntüdeki kadının günü ise teknede, sürekli hareket halindeyken geçiyor. Denize karşı kurulmuş, masa lambası, aşağı sarkan bitkisi gibi kişisel detaylarıyla evin içinden tekneye taşınmış gibi görünen bir masada çalışıyor. Ki bu hareket halinde olma hali ve deniz görüntüsü de başka bir olumlu etki yaratıyor: sanki hiç bitmeyen bir tatil ya da denizde kurulan, hayallerimizi süsleyen bir yaşantı gibi. Ortada ise teknenin giderken arkasında kalan, motorun dalgalandırdığı deniz görüntüsü var. Peki bütün olarak bu yerleşik olma ve hareket halinde olma hali bize ne anlatmak istiyor? Gerçekten huzurlu ve kusursuz iki hayatı mı? Gidip sergi metnini okuduğunuzda işin iç yüzünün biraz farklı olduğunu anlayacaksınız.
Lydia Ourahmane, Cennetin en tepesinden Cehennemin en dibine kadar, 2017, Fotoğraf: Ekin Bozkurt
Bu inşaat temeli, üzerine basabildiğimiz, içinden geçebildiğimiz, bitmemiş bir bina temeli yerleştirmesi. Ağır beton malzemesi, kolonlardan çıkan demirleri, üzerindeki su birikintisi, çevremizde görüğümüz bitmemiş inşaatların, kat çıkılan ancak tamamlanmadığı için yarı ev yarı inşaat olarak tepesindeki demirlerle yıllar boyunca öylece kalan evlerin soğukluğunu, verdiği gerginliği iyi yansıtmış. Lydia Ourahmane tıpkı Alper Aydın’ın buldozer ve ağaçlı işi gibi, dışarıda hafızalarımıza kazınmış bir görüntüyü galeri mekanına alıyor. İnşaat bizi burada da rahat bırakmıyor.
İstanbul Modern’de işlerini göreceğiniz diğer sanatçılar: Adel Abdessemed, Candeğer Furtun, Kim Heecheon, Mirak Jamal, Fernando Lanhas, Victor Leguy, Klara Lidén, Mahmoud Obaidi, Henrik Olesen, Kaari Upson, Kemang Wa Lehulere ve Xiao Yu.
15. İstanbul Bienali serisinin Galata Rum Okulu incelemesine de buradan ulaşabilirsiniz. İyi seyirler.