1 Ağustos 2011 tarihinde yıkılan Özsaruhan Evi'nin hikayesini Ege Mimarlık'ın son sayısında Yasemin Sayar ve Didem Akyol Altun kaleme aldı.
Türkiye’nin Modern Mimarlık mirasının nitelikli örneklerinden olan Özsaruhan Evi, yapıldığı dönemden yıkıldığı sürece kadar, İzmir’deki en çarpıcı mimarlık ürünlerinden biri olmuştur.
Türkiye’de, modern mimarlık ürünlerinin koruma alanının bir parçası olarak değerlendirilmesi oldukça yeni bir konudur. Dünyada 70’li yıllar sonrasında farkındalığın artmasıyla UNESCO, ICOMOS, DOCOMOMO, Avrupa Konseyi, mAAN gibi kuruluşlar, modern mimarlık ürünlerinin “kültürel miras” kapsamında değerlendirilmesi, korunması ve belgelenmesi doğrultusunda çalışmaya başlamışlardır. Türkiye’de ise yasal düzenlemelerini yanı sıra 2002 yılından beri faaliyet gösteren Docomomo- Türkiye Ulusal Çalışma Grubu’nun ve Mimarlar Odası’nın modern mimarlık mirasının korunması konusundaki girişimleri sürmektedir. Ancak bu konudaki pek çok çalışmada da vurgulandığı gibi, Türkiye’de ‘koruma’ söz konusu olduğunda Cumhuriyet sonrası döneme ait yapılar, mimari mirasın en kolay, kaygısızca tahrip ve yok edilen bölümünü oluşturmaktadırlar. Bu noktada konut yapıları, özel mülkiyet hakları nedeniyle daha fazla risk altındadırlar. Mevcut yasada, bu yapıların korunması, koruma ölçütlerinin ve tescil gerekçelerinin tanımlanması konusunda belirsizlikler söz konusudur. Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Yüksek Kurulu’nun 1999 yılındaki 662 no.lu ilke kararı, ‘Cumhuriyet dönemi yapılarının koruma kurulu görüşü alınmadan yıktırılmaması için gerekli önlemlerin alınması’ yönünde bir madde içermekle birlikte, bu ifadenin kronolojik ya da üslupsal olarak hangi dönemi tanımladığı anlaşılamamaktadır. Dolayısıyla yasal boşluklar nedeniyle, Cumhuriyet dönemi mimarlık ürünlerinin önemli bir bölümü “kültürel miras” olma potansiyeli tartışılamadan ya da korunmaları yönünde bir uzmanlık kabulü bulunduğu halde, konuya ilişkin yasal statü ya da toplumsal mutabakat kurulamadığı için yok olmuş ve hızla yok olmaya devam etmektedir. 1 Ağustos 2011 tarihinde yıkımı gerçekleşen Özsaruhan Evi de bunlardan biridir.
Özsaruhan Evi, 2.12.2010 günlü karar ile Mimarlar Odası İzmir Şubesi tarafından yapılan başvuru üzerine, İzmir 1 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından “İkinci Grup Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlığı” olarak tescillenmiştir. Ancak daha sonraki bir tarihte Kurul’a sunulan raporların, binanın tescile değer olmadığı savları sonucu yine aynı kurulun 16.06.2011 günlü kararı ile tescilden düşürülmüş; kararın iptali için Mimarlar Odası İzmir Şubesi tarafından açılan dava süreci tamamlanmadan yapının yıkımı gerçekleşmiştir. Yıkımı takiben davayla ilişkili olarak atanan bilirkişi heyeti, yapının “kent ve çevre kimliğine katkıda bulunan, kültür varlığı niteliği” doğrultusunda 2. grup korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olduğu görüşüne varmış; dava, mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı ile sonuçlanmıştır.
Türkiye’nin modern mimarlık mirasının nitelikli örneklerinden biri olan Özsaruhan Evi, 1950’lerin konut kültürünün bir temsilcisidir. Gerek konumu gerekse kütle estetiğini kuran yalın modernist karakteri ile yapıldığı dönemden yıkıldığı sürece kadar, sadece Karşıyaka’da değil İzmir kenti içindeki en çarpıcı mimarlık ürünlerinden biri olmuştur. Yapının, özgün mimarisiyle beğeni topladığı ve kentlinin belleğinde bir yer edindiği bilinmektedir.
1950 yılında yapımına başlanarak 1953 yılında tamamlanan Özsaruhan Evi, İzmir Körfezi’nin kıyı bandında, Karşıyaka’nın Bostanlı’ya bağlandığı bölgede, Yalı Caddesi (Cemal Gürsel Bulvarı) ile 1786/1 Sokak’ın kesişimindeki köşe parselde, İzmir’in ilk sanayicilerinden Metaş Demir Çelik Fabrikası’nın sahibi Raşit Özsaruhan ve ailesi için tasarlanmıştır. Bu dönemde Karşıyaka kıyı bandı, kentin eğitimli, kültürlü ve Batılı bir yaşam tarzını benimsemiş ailelerinin köşklerinin ya da erken modernist villalarının yer aldığı bir bölgedir. Ancak 60’lı yıllarda yoğun göç hareketlerinin neden olduğu hızlı nüfus artışıyla birlikte İzmir’de olduğu gibi Karşıyaka’da da kentsel mekânı etkileyen büyük bir dönüşüm süreci başlamış; ayrık nizamlı az katlı müstakil konutlardan oluşan doku aşama aşama çok katlı yeni apartmanlara dönüşmüştür. 2000’li yıllara gelindiğinde Özsaruhan Konutu, kıyı hattı boyunca yıkılmadan kalabilmiş, sınırlı sayıdaki müstakil konutlardan biridir.
Özsaruhan Evi’nin tasarımı ve uygulaması, mimarlık eğitimini Amerika Birleşik Devletleri’nde University of Florida-Gainsville’de (UFL) 1943’te tamamlayan Ziya Nebioğlu’na aittir. İzmir mimarlığının biçimlenmesinde
etkin bir rol alan Nebioğlu, 50’li yıllarda kentin mimari çizgisine hâkim olan, sıradanlık olgusunun dışına çıkan ürünleri ile dikkat çeken bir isimdir. 1950-60’lı yıllarda İzmir’de Karşıyaka, Alsancak, Göztepe semtlerinde ve Aydın’ın Söke ilçesinde çok sayıda bahçeli konut, az katlı aile apartmanı, tatil köyü, okul ve sinema binası inşa etmiştir. Nebioğlu’nun mimari çizgisini belirleyen ve onu dönemi içinde üretim yapan diğer meslektaşlarından ayıran, Amerika’da aldığı mimarlık eğitimi ve bu süreçte özümsediği yaşam kültürüdür. Mimarın uygulamaları içindeki en özgün ürünleri ise, estetik, teknolojik ve mekânsal boyutlarıyla, dönemi içindeki ürünlerden farklılaşan Nebioğlu Tatil Köyü ve Özsaruhan Villası’dır.
“Özsaruhan Evi, Wright’ınOrganik Mimarlık felsefesini özümsemiş bir mimarın, kendi özgün yorumunu katarak, birebir benzerliklere ihtiyaç duymadan ve tekrara düşmeden ortaya koyduğu özgün bir modern mimarlık ürünüdür”
Özsaruhan Villası, Nebioğlu konutları arasında Amerikan modernizminden en belirgin izleri taşıyan yapıdır. Elizabeth Nebioğlu 15.09.2006 tarihinde yapılan bir söyleşide, eşinin koyu bir Frank Lloyd Wright hayranı olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda Ziya Nebioğlu’nun genel mimarlık üretimi değerlendirildiğinde Wright’ın tasarım yaklaşımını benimseyerek içselleştirdiğini, Türkiye’nin toplumsal ve teknolojik koşullarında geliştirerek uyguladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu doğrultuda Nebioğlu’nun mimarisini daha iyi kavrayabilmek ve Özsaruhan Evi’ndeki izleri okuyabilmek için öncelikle Wright’ın mimarisine ilişkin kısa bir değerlendirme yapmak faydalı olacaktır.
Ziya Nebioğlu’nun mimarisinde, Frank Lloyd Wright’ın tasarım anlayışının güçlü etkileri görülmektedir. 20.yüzyılın ilk yıllarında Avrupa’da sanayileşme ve teknoloji odaklı modernist yönelimler sürerken, tasarım anlayışını Organik Mimarlık kavramı altında, “doğa ve doğaya dönüş” miti etrafında şekillendiren Wright, Tanyeli’nin de belirttiği gibi hem Amerikan mimarisi hem de modern mimarlık tarihi içinde farklı bir konuma sahiptir. Wright’ın mimarisinde “doğa”, sadece “dışarısı”, bulutlar, ağaçlar, fırtınalar, yeryüzü ve üzerindeki yaşamdan ibaret değildir. Malzemenin doğasına, planın doğasına, eşyanın doğasına, en önemlisi insan
doğasına vurgu yapar ve “bütünsellik” kavramı üzerinde durur8. Bu doğrultuda Wright, insan boyutları ve hareketleriyle biçimlenen mekânların, birbirleriyle ilişki içinde bir bütün oluşturması; yapının birbirine geçişen alt bölümlerden oluşan tek bir mekân olarak algılanması ve bu bütünün içinde yer aldığı çevreye uyumlu olması gerektiğini savunmuştur. Nebioğlu’nun da mimari üretimlerinde, formsal yaklaşımı, mekânsal kurgusu, araziye yerleşim kararları ve peyzajı ile Wright’ın organik mimari fikrini içselleştirdiği ve uyguladığı görülmektedir.
Wright, yukarıdaki görüşlere dayanan mimari çizgisini, Amerikan kırsalında gerçekleştirdiği erken dönem konut denemeleri olan Prairie Evleri ile şekillendirmeye başlamış, olgunluk dönemindeki daha küçük konutlar olan Usonian Evleri’nde de geliştirerek sürdürmüştür. Wright’ın farklı yapı tipolojilerindeki önemi yadsınamayacak tasarımlarına karşın, kendine has “söz”ünü özellikle konutlarıyla söylediği iddia edilebilir. Benzer bir cümleyi Ziya Nebioğlu için de kurmak mümkündür. Mimarın İzmir ve artalanında tasarladığı tek aile evleri, Wright’ın doğal çevreye uyum ve doğal malzemeye saygı ilkelerini ve Amerikan banliyö evi geleneğini, gerek formsal özellikleri gerekse sunduğu yaşam kültürüyle yeniden uyarladığı, dönemi için “farklı” konutlardır.
Wright’ın yalın ve net bir mimariye sahip konutlarında, Nebioğlu mimarlığını da etkileyen en belirgin özellik, kütlenin oranlarıyla, geniş saçaklarla, yayvan kırma çatılarla, döşeme bantlarıyla, doku ve malzeme kullanımıyla vurgulanan yatay hatlardır. Wright, evi toprağa yakınlaştırmak için zemine oturtur; kütle yüksekliğini belirlerken normal bir insan boyunu temel alarak döşeme yüksekliğini minimuma indirir ve yapı kütlesini yatayda genişleterek yaygınlaştırır.
Konut doğa içerisinde ise tabiatla bütünleşmek üzere olabildiğince zeminde yayılırken, tabiattan uzak olduğu durumlarda cadde ya da sokak hattı boyunca yatayda uzanmıştır. Bunun yanı sıra, doğayla bütünleşme fikrini destekleyecek şekilde, malzemenin doğal doku ve renginin yansıtılmasına da önem vermiştir.
Wright’ın konutlarına plan organizasyonu açısından bakıldığında doğa ile bütünleşme fikri, iç-dış mekân birlikteliğinin sağlanması, geniş açıklıklar ve serbest plan anlayışı ile ifade bulmuştur. Kendisinin “kutunun parçalanması” olarak adlandırdığı13, yatay ve düşey prizmatik kütlelerin kesişimlerini araştıran geometrik denemeler çerçevesinde, hem önem verdiği yatay hatları vurgulamaya yönelik kütle hareketlerini sağlamış, hem de daha akışkan bir iç mekân kurgusu elde etmek istemiştir. Konutlarında iç mekân olabildiğince duvarlardan arındırılmış, mekânlar arası bölümlenmeler, kütle hareketiyle elde edilen nişlerin yanı sıra geçirgen ya da hareketli bölücülerle sağlanmıştır. Dikeyde bölümlenmiş geniş yatay cephe açıklıkları ve köşe pencereleri ise doğal ışığın içeri maksimumda alınmasını ve içerideki yaşantının dışa açılımını sağlamaktadır.
Wright’ın konutlarında şömine duvarı, üçüncü boyutta ifadelenen önemli bir kütlesel eleman olduğu gibi planimetrik olarak da evin merkezinde yer alan ve mekânsal organizasyonu kuran temel öğedir. Şömine duvarının etrafında başlayan hayat, bu merkezi çekirdekten her yönde yayılarak dışa açılır. Genellikle, doğayı daha rahat ve geniş bir açıdan seyretme amacı ile servis mekânlarını zemin katta toplayarak ana fonksiyonları üst katlara yerleştirir. Çoğunlukla giriş hollerinde bulunan merdiven, plan organizasyonu için önemli diğer elemandır ve ana mekânla ilişkili olacak şekilde konumlandırılır.
Öte yandan Wright, organik mimari anlayışının temelinde yer alan parçabütün ilişkisine bağlı olarak tüm mimari elemanları ve mobilyaları da yapıyla bütüncül olacak şekilde tasarlamıştır. Buna ek olarak, dış cephede ve iç mekânda renk uyumuna önem vermiş; özellikle kentsel konutlarında, tabiatın getirdiği canlılık ve zenginliğin yokluğunu telafi etmeye çalışırcasına, aşırıya kaçmayan bir süsleme anlayışıyla vitraylı pencereler, aydınlatma elemanları, desenli demir korkuluklar, geometrik motifler kullanmıştır. Ayrıca gelişen teknolojinin getirdiği yeni olanakları (döşemeden ‘hypocaust’ yöntemi ile merkezi ısıtma, dolaylı yapay aydınlatma, beton duvar blokları vb.) konuta ustaca entegre etmenin yollarını araştırmıştır.
Wright’ın mimarlığa ilişkin bu düşünceleri, tüm meslek yaşamı boyunca Nebioğlu’nun mimari yaklaşımının da çıkış noktasını oluşturmuştur. Wright evlerine genel karakterini veren yapı-doğa ilişkisi, kütle kompozisyonu (“kutunun parçalanması” fikri, yatayda yayılma, geniş saçaklı az eğimli çatılar, şömine duvarı), iç-dış mekân birlikteliğine dayanan akışkan mekânsal kurgu, doğal malzeme kullanımı ve bütüncül tasarım anlayışı, İzmirli mimarın tüm eserlerinde gözlemlenir. Özsaruhan Evi ise, Wright etkilerinin özellikle kütle estetiği açısından en çarpıcı imgesel referanslarla okunduğu yapıdır.
Özsaruhan Evi, Wright’ın organik mimarlık felsefesini özümsemiş bir mimarın, kendi özgün yorumunu katarak, birebir benzerliklere ihtiyaç duymadan ve tekrara düşmeden ortaya koyduğu özgün bir modern mimarlık ürünüdür. Özsaruhan Evi’nde, Wright’ın Praire Evleri’nde ortaya koyduğu ve sonrasında rafine ederek Usonian Evleri’nde de sürdürdüğü mimari çizgisini oluşturan temel karakteristik özellikleri,- yatayda yayılma, geniş saçaklı az eğimli çatılar, malzemenin doğal dokusunun-renginin vurgulanması, doğal çevreyle bütünleşme kaygısı, serbest plan anlayışı ve bütüncül iç mekân tasarımını-, belirgin bir şekilde
gözlemlemek mümkündür. Öte yandan organik mimarlık felsefesini içselleştirerek ve bütün detaylarıyla düşünülerek bütüncül bir anlayışla tasarlanmış konutun özgün karakterinin de altını çizmek gerekir.
Yalın ve net bir kütle kompozisyonuna sahip konutta, Wright’ın mimarlığına olduğu kadar Nebioğlu’nunkine de damgasını vuran “uzun, alçak, yatay çizgiyi vurgulamak” tutkusu ilk göze çarpan özelliktir. Bu doğrultuda kütle parçalanmasının yatay hatları vurgulayacak biçimde, prizmatik formların iç içe geçişmeleri üzerinden kurulduğu görülmektedir. Wright’ın tasarım anlayışını oluşturan “kutunun parçalanması” fikri bu yapı özelinde iki temel öge üzerinden okunmaktadır. Bunlar;
– Biri evin merkezi bir bölgesinde yer alarak genel ve özel mekânlarını ayıran, diğeri ise yapının bitişini tutan ana taşıyıcı duvarların düşey vurgusu,
– Özel mekânların yer aldığı sağ kanadın zeminden kopartılarak altının boşaltılmasıyla elde edilen yatay kütlenin ana düşey duvarlara saplanması ile elde edilen yataylık vurgusudur.
Kurgunun özünü oluşturan bu yatay-düşey dengesini besleyen ana unsurlar ise batı güneşinin kontrolünü de sağlayan yatayda uzanan saçaklar ve yapının boşaltıldığı bölgelerde kullanılan üçlü kolon dizileridir. Öte yandan özellikle alt katta daha basık tutulan kütle yükseklikleri yataylığı, malzeme ve doku farklılıkları ise düşeyliği desteklemektedir.
Dolu-boş ilişkilerine bakıldığında kütle kompozisyondaki netliğe benzer biçimde açıklıklar tercih edildiği gözlenmektedir. Üst katta, ön cephede açılan geniş yatay boşluklar doğrama kayıtlarıyla düşeyde parçalanmakta; sağ kanattaki yatma bölümlerinde kullanılan bant pencereler zeminden kopartılan kütlenin yatay karakterine vurgu yapmaktadır. Zemin katta ise daha masif bir etki yaratmak üzere açıklıklar kısıtlı tutulmuştur. Cephe elemanlarındaki detaylarda da genel dengenin gözetilmesi esas alınmıştır. Balkon korkuluklarının, ahşap panjurların, demir parmaklıkların, taş ve ahşap cephe malzemesinin dokusundaki yön değişimlerinin dahi, yapının yer aldıkları bölgesindeki etkiye göre yatay ya da düşey hatları dengeleyecek şekilde kullanıldıkları görülmektedir. Özetle konutun ana karakterini belirleyen yatay-düşey dengesi yapının neredeyse her bölgesinde seşizce, abartıya kaçmadan ancak büyük bir ustalıkla yeniden kurulmaktadır.
Kütle biçimlenmesine imgesel temelli bakıldığında, Özsaruhan Evi’nin Wright’ın ilk dönem konutları içinde, beyaz sıvaları, az eğimli geniş saçaklı çatıları, doğrama kayıtları sınırlı sayıda tutulmuş net pencere açıklıkları, lineer kütle kurguları ve vurgulu yatay hatları ile daha yalın çizgiler taşıyan konutlarıyla (J.J.Walser Evi, 1903/ Robie Evi, 1906/ I.Roberts evi, 1908) biçimsel benzerlikler taşıdığı söylenebilir. Ancak konutun, Wright’ın olgunluk döneminde gerçekleştirdiği konutlara (Kauffman- Şelale Evi, 1935/ Taliesin East Evi, 1925/ Sturges Evi, 1939/ Pratt Evi, 1948/ Penfield Evi, 1955) verdiği referanslar daha güçlüdür.
Bu konutların ortak noktaları, zemin katın üst kat hizasından geri çekilmesi, kütlelerin altının boşaltılması, taş duvar ile saçakların “geçişme”ye dayalı ilişkisi, iki ya da üç cepheyi birden dönerek etrafı serbest bırakılan saçaklar ve zeminden tavana uzanan net cephe açıklıklarıdır. Bu noktada, Wright’ın eserleri ile birebir biçimsel benzerlik ya da form adaptasyonunun ötesinde yapıya genel karakterini veren kütle kompozisyonunun özünü kuran ilkelerin içselleştirildiğini vurgulamak gerekir.
Kütle estetiğini belirginleştiren bir diğer unsur, cephelerde, yine Wright’ın organik mimari anlayışına referans veren doğal malzeme kullanımıdır. Wright, özellikle kentsel alandaki konutlarında taş malzemeden çok
tuğlayı tercih etmiş; Özsaruhan Evi’ndekine benzer şekilde cephede doğal taş, ahşap ve sıvalı beton malzemenin birlikteliğini ise kırsaldaki konutlarında sıklıkla kullanmıştır. Özsaruhan Evi’nde cephedeki malzeme
seçimleri öncelikle yol cephesi ve arka cephe olarak, ardından zemin kat ve üst kat ayrımını kuracak şekilde yapılmıştır. Yapının kente yüz veren ‘prestij’ cephesinde, geniş açıklıklardan arta kalan masif yüzeylerde, ahşap ve taş malzeme kullanılmıştır. Özel mekânların baktığı iç bahçeye dönük kuzey cephesinin ise sıvanarak bırakıldığı görülmektedir. Modüler bir düzeni takip eden cephe açıklıklarının çoğunlukla cam olduğu, merdiven boşluğu ve servis mekânlarında ise dönemi için bölgede yeni ve farklı bir malzeme olan cam tuğlanın kullanıldığı gözlenmektedir. Mümkün olduğunca az miktarda doğrama kaydı kullanılmış;
camlar tüm açıklıklarda içeriden takılarak hem cepheye derinlik kazandırılmış hem de panjura yer bırakılmıştır. Taş dokunun ise sadece alt katta ve kütleyi parçalayan düşey duvarlarda tercih edildiği görülmektedir. Bu kullanımlar Wright’ın özellikle Taliesin East Konutu (1925) ve Şelale Evi (1935) ile benzerlikler taşımaktadır.
Detay elemanları olan demir korkuluklar, parmaklıklar, çelik baca bitişleri ve düşeyde seperatör, yatayda saçak olarak kullanılan betonarme gridlerin, yıllar içinde yeşil dokuyu da içlerine alarak cephenin karakterine katkı koymuş oldukları görülmektedir. Bunların arasında, boşaltılmış betonarme gridler, Wright’ın da yapılarının cephelerinde ve saçaklarında kullandığı (Pope Leighley Evi, 1939-saçakta kullanım/ Turkel Evi, 1955-cephede kullanım) bir sistemdir. Ön cephede evin girişinin üstündeki saçağın zaman içinde yok olduğu, bahçeye bakan cephedeki saçağın ve mutfak terasının çeperlerindeki düşey bölücülerin korunmuş oldukları gözlenmektedir.
Yalı Caddesi üzerinde köşe bir parselde yer alan yapı, geniş bir bahçe içinde toprak kotu ile hemzemin olarak tasarlanmış U bir plan şemasına sahiptir. Plan organizasyonunda, yaşama mekânları ana yola açılan
gövde kısmında, servis mekânları ara sokağa bakan sol kolda, yatma mekânları ise yan parsele bakan sağ kolda konumlandırılmıştır.
Konut, yol tarafında ana girişe yönlendiren küçük bir prestij bahçesi ile parti ve davetler için kullanılan daha geniş bir arka bahçe olmak üzere parseli ikiye ayıracak şekilde yerleştirilmiştir. Ancak zemin katın asimetrik bir düzende taş kaplı kolonlar üzerinde yükseltilerek boşaltılmasıyla, ön ve arka bahçe arasında mekânsal akış sağlanmış, aynı zamanda giriş için de tanımlı bir ara mekân oluşturulmuştur. Yaklaşık 210 cm yüksekliğindeki bu basık mekânda, taş malzeme ve yatay döşeme plağının sürekli etkisi, üçlü taş kolon dizimini içine alan amorf formlu süs havuzunun negatif kotla mekâna kazandırdığı derinlik hişi ile rahatlatılmıştır.
Kütlenin girişe hizmet verecek şekilde zemin katının boşaltılması, Wright yapılarında pek sık rastlanır bir durum olmamasına rağmen girişi için daima tanımlı bir ara mekân kullandığı gözlenir. Bu doğrultuda, Özsaruhan Evi’nin kendine özgü girişi belki de en fazla, deredeki su baskınlarından korumak için yaşama mekânlarının zeminden kopartılarak üst kata taşındığı Lloyd Lewis Konutu’nun (1940) girişine benzetilebilir.
Dolayısıyla Nebioğlu’nun konutun girişinde oluşturduğu bu çok yönlü mekânsal kurgu, günümüzde dahi benzerine sık rastlanılmayan özgün bir tasarım zenginliğine sahiptir. Bu ara mekândan ulaşılan arka bahçe, U plan şemasının olanak verdiği iç oylumla başlamıştır. Yapının bahçeyle nasıl bütünleştirileceğine ilişkin yaratıcı ipuçları taşıyan bu oylum, akşam yemekleri ve davetleri için kullanılan arka bahçeye geçiş mekânı
niteliğindedir. Zemin katta altı boşaltılmış sağ kolda bahçeye servis veren bar, barbekü, depo bölümlerinin bulunduğu yarı açık mekân, sık aralıklı bir beton kolon dizisiyle yan parselden izole edilirken, iki adet üçlü kolon dizisiyle iç oyluma akmaktadır. Ayrıca mutfak, kendi özel terasından inen bir servis merdiveniyle bu bölgeye bağlanmıştır. Bunun yanı sıra, sol kanadın ucundaki terasın zemin kotunda yer alan garaja araba girişi sokaktan alınarak bahçeye bağlanmaktadır. Yapının üst kottaki yaşama mekânları ve merdiven boşluğu da geniş açıklıklarla bahçeye hâkim olacak şekilde bu oylumun güney kanadına yerleştirilmiştir.
Kendi iç işleyişi içinde değerlendirildiğinde iyi tasarlanmış bir yapı-bahçe ilişkisine sahip olmasına rağmen, arsa-yapı oranları açısından bakıldığında konutun adeta bulunduğu parsele sığmadığı, büyük geldiği hişi
uyandırıyor olduğu görülmektedir. Bu durum, Wright’ın sınırsız bir doğa içinde yer alan konutlarına karşıt olarak kentsel bir doku içinde sınırlı bir parselde yer alıyor olmasından ve tasarım anlayışındaki yatayda yayılma isteğinin yapı-parsel arasında yarattığı gerilimden kaynaklanmaktadır.
Asimetrik bir plan şemasına sahip konutun mekânsal organizasyonu, Wright’ın da pek çok yapısında denediği (Robie evi, Penfield Evi, Lloyd Evi) katlar arası işlevsel ayrıma dayanmaktadır. Zemin kat küçük bir
girişin yanı sıra servis mekânlarına ayrılmışken; üst kat yatma ve yaşama mekânlarını içerir. Eve, yukarıda tanımlanan gölgelikli ara mekânın sol tarafından girilir. Geniş bir giriş holünde konumlanan görkemli
ahşap merdivenle üst kata bağlanan bu kolda, zemin katta deniz cephesinde günlük bir yaşama mekânı, yan sokak cephesinde ise kiler, tuvalet, çamaşırhane ve ütü odası ile hizmetli odası gibi servis mekânları yer almaktadır. Servis koridoru, garaj ve servis merdiveninin konumlandığı kuzey cephesinden ayrı bir servis girişi de almaktadır. Zemin katta sağ kolda ise, yakın bir dönemde yaşama mekânı olarak kullanılmaya başlanan ancak orjinalinde evin genelinden bağımsız, ayrı bir girişe sahip kalorifer dairesi olarak tasarlanmış büyük bir servis mekânı bulunmaktadır.
Üst kata bağlantıyı sağlayan merdiven, açılandırılmış basamak kesitleri, özel tasarlanmış pirinç korkuluklarıyla dikkat çekici bir ögedir. Merdiven holünün sol kolunda mutfak ve gerektiğinde birbirinden sürme kapılarla ayrılabilen gerektiğinde total bir mekân olarak kullanılabilen misafirlerin ağırlandığı ana salon ile yemek bölümü yer almaktadır. Sağ kolda ise ev sakinlerine ait özel yaşama mekânı ve yatma birimlerine geçiş bulunmaktadır.
İki alt bölgeden oluşan özel yaşama mekânının üst kısmı, merdivenin yanında yer alan, nota ve kuş figürleriyle bezenmiş pirinç seperatör ile ana salonla görsel olarak bağlanırken alt kısmı düşey şömine
duvarı aracılığıyla ayrılarak özelleşmektedir. Ana yola cephe veren bu alt kısım televizyon izleme-dinlenme-okuma işlevlerine yönelik olarak tefriş edilmiştir. Bu doğrultuda birkaç alt mekandan oluşan yaşama alanı, kapı ve duvarların mümkün olduğunca yok edilerek mekânsal akışkanlığın sağlandığı, bir yandan ana yola diğer yandan konutun kendi özel bahçesine, yani ‘iç’in ‘dış’a açıldığı çok yönlü bir mekansal kurgu
taşımaktadır.
“Konut, mobİlya ölçeğinden yapıya ve yapı-dış mekân bütünlüğüne kadar bütüncül bİr tasarım anlayışının ürünüdür”
Şömine duvarı, planın merkezinde yer alan temel kurucu öğe olmakla birlikte, yukarıda açıklanan kamusal-özel bölgelemesini yapmak üzere ana salona doğru yönlendiği için, yaşama alanına tam anlamıyla hakim bir odak eleman konumunda değildir. Bu doğrultuda Wright’ın, şömine duvarının merkezde yer aldığı ana bir yaşama alanından patlayarak saçılan alt mekânlardan oluşan konutlarından farklılıklar taşır. Ancak yaşama mekânlarındaki bölgelemelere rağmen Wright’ın akışkan mekân anlayışının izlerini okumak mümkündür. Merdivenin sağında, arka bahçeye bakan yaşama bölümünden, kare ahşap panolarla kaplı duvar yüzeyinde yer alan belli belirsiz bir kapıdan, üst katın sağ kolunda yer alan yatma birimlerine geçilir.
U plan şemasının uzayan sağ kanadını oluşturan bu bölümün ana yola cephe veren alt kısmında, kendi özel banyosu ile ev sahiplerinin yatak odası bulunmaktadır. Ana holden arka bahçe boyunca uzayan koridora ise üç oda ve bir banyo daha eklemlenir.
Ziya Nebioğlu’nun yapılarının çizimlerini şematik düzeyde gerçekleştirdiği ve büyük ölçüde uygulama esnasında yerinde karar alarak ve detay üreterek ilerlediği bilinmektedir. Yıkım öncesinde de alınmış bir rölöve olmadığından, konutun çizimlerine dair herhangi bir belge bulunmamaktadır. Bu doğrultuda resimde verilen kat planları, kesit ve cepheler, fotoğraflar üzerinden ölçüm alınarak çıkartılmıştır. Özsaruhan
konutunun plan şeması, Wright’ın da praire evlerinden itibaren faydacı bir anahtar gibi kullandığı modüler bir ızgara üzerine oturmaktadır. Bu ızgaranın aksları, sadece strüktürel elemanlarda ve duvar hatlarında değil; saçak hizalarında, doluluk ve boşluklarda, yeşil alan ve çiçekliklerde dahi sürmektedir.
Nebioğlu’nun mimarlığını anlamlı kılan bir diğer nokta, onun her nesne ve ölçeği kapsayan bütüncül tasarım anlayışıdır. Mimar, mekânı tüm detaylarıyla kontrol etme istemiyle tasarımlarını mobilya ölçeğinden yapıya ve yapı-dış mekân bütünlüğüne kadar bu anlayış çerçevesinde üretmiştir. Bu bağlamda Özsaruhan Evi’nde duvar, döşeme ve tavan yüzeylerinin bütüncül bir biçimde tasarlandığı, detay elemanlarının ve mobilyaların ise büyük oranda mekân için özel olarak üretildiği görülmektedir. Sabit kitap rafları, masalar, kapılar, pencereler ve tavandöşeme-duvar yüzeylerinin giderek konutun ayrılmaz birer parçası haline
gelmesi, Wright’ın konutlarında en başından itibaren dikkati çeken ve zamanla modern mimarlık anlayışına da damgasını vuran bir durumdur.
Gerek yatma gerekse yaşama alanlarında duvarlar, dolap raflarını, mobilyaları ve aksesuarları içerecek şekilde tasarlanmışlardır. Evin tüm depolama alanları, duvar yüzeyleriyle entegre düşünülmüştür. Merdiven
sahanlığında ve yatma birimlerinin koridoru boyunca yer alan pencere altı dolapları, kiriş altına yerleştirilen yatak odası ve mutfak dolapları, şöminenin yanındaki kitaplık rafı ve yemek odasının duvarındaki ahşap nişler gibi evin birer parçası haline gelmişlerdir. Mutfak ve yemek bölümü arasındaki geçiş hattında ise, dolap kendisi bir duvara dönüşmüştür. İki mekân arasındaki camlı dolap, hem görsel geçirgenliği sağlamış, hem de cam objelerin sergilendiği vitrini oluşturmuştur. Ayrıca kesitte zemin kat ile üst katın duvar akslarını 10 cm. şaşırtarak gerçekleştirdiği hareket ile duvarın iç bölümünde perde ve kornişleri, dış bölümünde stor mekanizmasını saklayabileceği bir düzenek geliştirmiştir.
Depolama alanları ve mobilyalar dışında kalan yüzeyler de birer tasarım elemanı olarak ele alınmıştır. Bunların içinde en özellikli olanı ise, yatma ve yaşama birimlerini bağlayan bir kapıyı da içeren, karelere bölünmüş bir yüzeyde yatay ve düşey çizgilerin şaşırtmalı bir biçimde yer aldığı ahşap bölücüdür. İç dekorasyonda ağırlıklı olarak ahşap malzeme kullanılmıştır. Yaşama mekânlarında kızıl kahve tonlarında, düşey çizgilerin hişedilir olduğu ahşap kaplamaların, mat ya da parlak kullanımıyla salon ve yemek odası arasındaki farklılığın vurgulandığı görülmektedir. Perdeleri gizleyen ahşap kutularda ve geçişlerdeki bölücü elemanlarda da aynı malzeme kullanılarak, yüzeyler ve mekânlar arasındaki geçişe rağmen bütüncül algının korunması sağlanmıştır. Servis mekânlarında ve koridorlardaki dolaplarda ise beyaz boyalı yüzeylerin yanı sıra, üzerlerindeki havalandırma boşlukları, kulplar ve dekoratif çizgilerle yatay-düşey hatlar taşıyan ahşap dolapların tercih edildiği görülmektedir. Bir servis mekânı olan çamaşırhanedeki tezgâhın, mutfaktaki fırının ya da banyo mekânlarındaki sabit vitrifiye elemanlarının dahi özel tasarım oldukları göze çarpmaktadır.
Tavan yüzeylerinde, merdivenin üstünde kaset kirişler açıkta bırakılırken, geçiş mekânlarında hasır dokulu ahşap tavanlar, yatma ve yaşama mekânlarında ise kartonpiyer kullanılmıştır. Yatak odasındaki kartonpiyerlerde dans eden insan figürleri, yemek odasında ise meyve motifleri gibi mekâna göre farklı figüratif düzenlemeler yapılmıştır. Bu noktada motifli kartonpiyerler, figürlerle bezeli bölücü elemanlar, arka cephedeki demir parmaklıklarla aynı deseni taşıyan merdiven tırabzanları düşünüldüğünde, tasarımın tüm yalın tavrına karşın az da olsa süslemeci bir tavırdan söz edilebilir. Ancak bu nitelikteki birkaç öğe dışında detaylardaki arayışların geometrik esaslı olduğu gözlenmektedir. Bunun en iyi örneklerinden biri giriş mekânındaki dairesel pencereleri olan giriş kapısı ile tavandaki aydınlatmaların geometrik uyumudur.
Ayrıca Nebioğlu’nun bu konutta dönemi için oldukça yenilikçi olan çeşitli teknik detaylar ürettiği de bilinmektedir. Yapıda yerden ısıtma sistemi kullanılmış; alınan özel havalandırma ve iklimlendirme önlemleriyle, yazın sıcağın, kışın ise soğuğun etkileri en aza indirilmiştir. Buna, 1.kattan bakıldığında giriş katına geleni gösteren özel dürbün sistemi ve mutfaktan aşağı kata inen çamaşır şutu gibi yenilikleri eklemek gerekir. Nebioğlu’nun yaratıcı detaylar üreten bu tavrının da Wright’la oldukça benzeştiğini söylemek mümkündür.
Özsaruhan evi, Ziya Nebioğlu’nun tüm detaylarıyla incelikle düşündüğü bütüncül tasarım anlayışının ürünüdür. Wright’ın tasarım felsefesinin de odağında yer alan ve insan-mekan bütünlüğüne vurgu yapan bu yaklaşım, kendisinin de organik mimarlık fikriyle ilişkilendirerek söylediği şu sözlerde en iyi ifadesini bulmaktadır:
“…(Organik mimari) yöntemde, amaçta, özelliklerde doğru olan ve içinde yaşayacak kişi için doğru olan bütünlük fikrini arar. Böylece o kişi onu sever, yaşar ve evi ile övünür ve o evin yapılmış tek ev olduğuna inanır. Böylece organik mimari görevini yapmış olur”
Konutu, insanın merkezde olduğu bir kavrayışla, adeta yaşayan bir organizma gibi gören bu bakış açısı, Wright’ın pek çok yapısında kullanıcısıyla bütünleşen tasarımlarla sonuçlamıştır. Özsaruhan Evi’nin de
benzer bir niteliği taşıdığı, sahibinin bu ev için “mutluluk kaynağım” dediği bilinmektedir. Konut, çok uzun yıllar boyunca yapısal elemanlarından mobilyalarına kadar inşa edildiği özgün karakterini bozmadan korunmuş, yapılan az sayıdaki değişiklik/ekleme dahi orjinale uyumlu olarak yapılmıştır. Belki de, evin elli yılı aşkın bir süre kullanıcısı için önemini yitirmemesini sağlayan, Nebioğlu’nun bütüncül mimari tasarımıyla konuta kazandırdığı ‘ruh’tur.
Sonuç olarak Özsaruhan Evi’nin, taşıdığı tüm bu niteliklerle korunması gerekli özgün bir modern mimarlık ürünü olduğu açıktır. Emre Madran, evrensel koruma söylemi ve araştırmaları paralelinde kullanılagelen
bazı değer tanımlarını uyarlayarak, bir yapının mimari miras sayılabilmesi için gereken 7 temel kriterden bahsetmektedir: Toplumun sosyal, ekonomik, kültürel yaşamını mekâna yansıtması nedeniyle taşıdığı belge değeri, döneminin özelliklerini değişmeden günümüze devam ettirdiği için özgünlük değeri, yapıldığı dönemin tasarım ve mimari anlayışını yansıtması açısından mimari değeri, kent belleğinin bir parçası olarak kimlik değeri, anı değeri, toplumsal gereksinimleri karşılayabilmesi açısından işlevsel ve ekonomik değeri, çağdaş toplumda kendine bir yer bulabilmesinden kaynaklanan süreklilik değeri. Bu kriterler çerçevesinde değerlendirildiğinde Özsaruhan Evi’nin;
– 1950’li yılların üst gelir grubunun yaşam biçimini ve konut taleplerini yansıtan somut bir örnek olması açısından temsiliyet değeri/belge değeri,
– Birçok benzerine oranla özgün karakteri bozulmadan, herhangi bir yapısal müdahale geçirmemesinin ötesinde içerisindeki eşyalara kadar yıllar boyu korunabilmiş olması açısından özgünlük değeri,
– Mimarının özgün tasarım dilini yansıtmasının yanı sıra dünyaca kabul görmüş bir mimar olan F.L.Wright’a ve organik mimari anlayışına referans vermesi açısından mimari değer,
– Üretildiği dönemde sahildeki modernist villalardan son ayakta kalan konut olması, kıyı şeridi içinde bir nefes alma noktası olması açısından kimlik değeri,
– İzmirli için taşıdığı önem ve kentsel bellekte edindiği bilinen yeri dolayısıyla anı değeri,
taşıdığı görülmektedir. Ancak 1.Ağustos.2011 tarihinde dava süreci sonuçlanmadan yıkımı gerçekleştirilmiştir.
Özsaruhan Evi’nin sürecini yaşamış ve yaşamakta olan, modern mimarlık mirasına ait birçok yapı söz konusudur. Modern mimarlık dönemi yapılarının “kültürel miras” kapsamında değerlendirilmesi konusundaki sorun, bir yanda mevzuattaki yetersizliklerle diğer yanda ise toplumsal bilinç eksikliğiyle ilişkilidir. Bu noktada, özel mülkiyet haklarının devreye girdiği konut yapılarında, bütün suçu toplumsal bilinç eksikliğine ve rant arsızlığına yüklemek yanlış olacaktır. Zaman içinde kullanıcısı için işlevsel ve ekonomik değerini yitiren bir konut yapısının, ekonomik gerekçelerle elden çıkartılması Türkiye koşullarında sık rastlanan bir sonuçtur. Koruma kurullarının bilimsel bir kuruldan oluşmayan bilirkişi raporları doğrultusunda tescil kararlarını kaldırmaları mümkün oldukça; mevzuatta, yasal itiraz hakkı sonlanmadan yapının yıkılmasına engel
olan maddeler olmadıkça; özel mülk sahiplerinin yıktırmaması durumunda ekonomik mağduriyetlerini giderebilecek devlet politikaları geliştirilmedikçe özel bir mülkün kapitalist döngü içinde yitip gitmesi kaçınılmaz olacaktır. Geçmişte benzer süreçlerin sonunda, yıkılan yapıların tekrar inşası söz konusu olmuşsa da böyle bir üretimin ‘anlamlılığı’ sorguya açıktır. Özsaruhan Evi’nin yeniden inşa edilmesi, ne konutun iç mekânındaki özgün detayları, ne özel mobilya üretimlerini, ne de yapının ruhunu geri getirecektir. Bu doğrultuda, yeniden üretilen konut ancak, yapının özgün gerçekliğini sınırlı düzeyde temsil eden bir replika olabilir.
Bu nedenle kültürel kimliğimizi sürdürülebilmek için yakın geçmişimizdeki toplumsal ve mekânsal dönüşümleri gelecek kuşaklara varlıkları ile doğrudan aktaracak olan 20. yüzyılmodern mimarlık mirasını korumanın önemini ve bir yapının korunması için eski olmasının gerekmedi¤ini, öncelikle bir devlet politikası olarak benimsemek ve toplumun her kademesine aşılamak gerekmektedir.