Kafanıza Saksı Düşsün!

Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser. Para etmediği için önce keserler, yerine plastik saksıda yenisini dikerler. Keserken birileri kazanır, inşa ederken birileri kazanır.

Plastik saksıya dikerken birileri kazanır. Biz de alışverişten çok yorulduğumuz sırada bize sunulan bu hizmetten yararlanır, plastik saksılı ağacın gölgesine oturur dinleniriz.

Geçtiğimiz Mayıs ayında soL Haber Portalı’nda bir haber yapıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2010 yılında ağaç, toprak, çim tohumu, lale soğanı, gübre gibi park-bahçe malzemelerine yaklaşık 60 milyon lira harcamış. Bu rakam 2012 yılında 73 milyon liraya, bu yıl ise 120 milyon liraya çıkarılmıştı. Habere göre, İstanbul Büyükşehir Belediyesi park ve bahçe işlerine pek çok kentin toplam bütçesinden daha çok para harcıyordu. Yine habere göre, Belediye’nin dokuz yılda sadece lalelere ayırdığı bütçe 11 milyon TL’yi aşmıştı. 2004 yılında Kadir Topbaş bu işi ilk akıl ettiğinde, dikmeyi hedefledikleri lale soğanlarını ithal etmişlerdi. Hatırlıyorum, kimileri çıkıp bu kentin daha yakıcı ihtiyaçları dururken kimleri zengin ettiniz bu soğan alımlarıyla diye sormuştu. Ali Sirmen gibi, dikilen lalelerin İstanbul’un caddelerini Paris’in caddeleriyle yarışır hale getirdiğini, belediyenin peyzaj işini iyi yaptığını düşünenler de çıkmıştı. Şimdilerde Alım Garantili Lale Soğanı Yetiştiriciliği Projesi kapsamında laleleri Türkiye’den temin ediyorlar. Anlayacağınız, artık ithalat yoluyla değil, garantili alım yoluyla yandaşı zengin ediyorlar. Bu projeden en çok faydalanan ilimizin ise Konya olması hiç şaşırtıcı değil. Aralarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin de bulunduğu binlerce özel ve kamu kurumuna lale soğanları yıllardır Konya’nın Çumra ilçesinden gidiyor. Küçük bir arazide 4 türle üretime başlayan Ali Yetgin, şu anda Fransa, Çin gibi ülkelere lale ihraç etmekle övünen bir işadamı olmuş. Başbakanından esinlenmiş olacak ki kendine bir de 2023 yılı hedefi koymuş: 10 milyar lale soğanı üreterek Hollanda’yı geride bırakmak…

Tüketirken iyi hissedin diye…

Sadece kamu kurumları değil, artık tüm yapı sektörü peyzaj işlerine inanılmaz bütçeler ayırıyor. Çevrenizde yeni yapılan alışveriş merkezlerine, konut projelerine bakın, çevrenizde yoksa billboardlarda vardır. Orada da yoksa televizyonunuzun ekranında, bir gazetenin (elinizdeki değil) sayfalarında karşınıza çıkarlar. Yemyeşil bir doğa parçasının içinden size doğru uzanan evler, ofisler… En çok da tüketimin yeniden ve yeniden örgütlendiği, alışveriş merkezleri. İç ile “dış”ın birbirine karıştığı, parlaklığı, renkleri, şaşırtan mekanlarıyla kat kat yükselen dikey bahçeleriyle saatlerce sizi orada tutabilen tüketim mekanları. Her şey tükettiğiniz süre boyunca kendinizi iyi hissedin diye düşünülmüş. Eğer merakınız varsa, bu konudaki akademik çalışmaları inceleyin. Peyzajın insanın yaşam kalitesine olan etkisini araştıran çalışmalar kadar, peyzajın meta üretimine etkisi, gayrimenkule katma değeri ile ilgili çalışmalara da rastlarsınız. Üniversitelerin Peyzaj Mimarlığı bölümlerinde ilk öğrettikleri şeylerden biri peyzajın sahip olduğunuz gayrimenkule yüzde 35’e kadar değer kazandırabildiğidir. Belediyeniz, siz sabah işe giderken trafikte canınız sıkılmasın, etrafta güzellikler görün diye değil, bu değirmen böyle döndüğü için dikiyor o ağaçları ve çiçekleri kuşkunuz olmasın. Biliyorsunuz başbakanımız çevrecinin alası olmakla övünüyor. Gezi Parkı’nda hükümet istifa diyen eylemcileri, en çok ağacı ben diktim diye azarlıyordu.

Kentin de nefes almaya ihtiyacı vardır

Peki peyzaj dediğimiz şey öyle sadece uzaktan bakmalık bir resim midir, geçerken görülen, dikilen ağaç ve çiçek midir? İnsanın doğayla kurduğu ilişki kuşkusuz her şeyden eskidir ve bu ilişki insan için yaşamsal önemdedir. Doğayla kurduğumuz ilişki kentin keşmekeşinde, modern zamanların stres dolu günlük yaşantısında kendimizi yenileyebilmemize yardımcı olur. Bu nedenle kentlerde, yaşam alanlarına yakın yerlerde korunmuş doğa parçacıkları oluştururuz. Bu yeşil alanlar sadece biz kentliler rahat bir nefes alsın diye yoktur. Kentin de nefes almaya ihtiyacı vardır. Hatta biz o yeşil alanı hiç kullanmıyor olsak bile, bize kilometrelerce uzaklıkta olsa bile o yeşil alana ihtiyacımız vardır. Örneğin, her yerin betonla kaplandığı bir kentte, yağan yağmur toprakla buluşabilsin diye bu yeşil alanlara ihtiyacımız vardır. Yağmur sularıyla yeraltı suları beslensin diye bu yeşil alanlara ihtiyacımız vardır. Kentin yeşil sisteminin sürekliliği için ihtiyacımız vardır. Kentin ekolojik koridorlarını oluştursunlar, kirli havayı bir baca gibi çeksinler diye ihtiyacımız vardır örneğin. Ancak bunu, her projeye nasıl katma değer sağlarım, kaç ağaç dikersem bütçeyi denkleştiririm, kimleri zengin ederim diye düşünerek sağlayamayız. Bir kentin ulaşım sistemi nasıl planlanmalıysa, peyzaj örüntüsü de planlanarak korunmalı ve geliştirilmelidir. Karar verdik, yapacağız; helikopterle gezdik, keseceğiz; bir kestik, beş dikeceğiz yaklaşımı elbette bu tanıma dahil edilemiyor.

Otursan olmuyor koklasan kokmuyor

Son yılların bir başka popüler kentsel meta üretim icadı olan altı otopark üstü yeşil alan uygulamaları da bu sınıfa dahil edilemiyor. Vatandaşın konuya yaklaşımı, oturup nefes alacağım bir açık alan olsun da ne olursa olsun iken, yöneticinin yaklaşımı ise en ucuz yoldan meta üretmek için kamusal alana saldırmıyormuş gibi yapmak yönünde olur. Vatandaş ise o kamusal alanın bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak kendi kollektif emeğinin ürünü olduğunu, o kent parçasının aslında kendisine ait olduğunu çoğu zaman unutur. (Haziran Direnişi’nde olduğu gibi hatırladığı ya da unutmadığını hatırlattığı örnekler de yaşanıyor.) Bir de tasarımcının kendini tatmin etmesi boyutu var ki, o meslek hastalığı hızla yayılmakta. Döngü şu şekilde başlıyor: Yatırımcı kent toprağı üzerinden rant elde etmek ister. Devlet, elindeki kamu arazisini özelleştirerek yatırımcıya satar. Sattıktan kısa bir süre sonra yatırımcıya yeterince rant sunamadığından dolayı mahçup olacak ki, yerel yönetim imar planını değiştirerek sattığı arazi için izin verilen yapılaşma oranını kat kat arttırır. Yatırımcı en iyi rant projesini seçmek için yıldız mimarların davet edildiği bir yarışma açar. Seçilen proje mimarlık ortamında bolca tartıştırılır kamuoyu yoklanır. Mimar her gün daha iyi nasıl olurdu diye düşünerek geliştirdiği projesinin yerden metrelerce yukardaki “yeşil” çatısını kamusal alan olarak tarif edip, kente ait olanı kentliye geri verdiğini, hem de bunu ekolojik kıstaslara uygun gerçekleştirdiğini düşünür. Çatısı bol yeşilli, meydanı en kamusal, alışverişi en davetkar, ev, ofis, otel ne ararsanız olan projeler kuşkusuz en çok yatırımcısını mutlu eder. Yatırımcısını mutlu eder ama biz kullanıcılarını mutlu eder mi? Bağlamı dışına çıkarılmış şeyler nasıl eklektikleşiyorsa, bir AVM’nin içinde yürürken birden karşımıza çıkan rengarenk çiçekler de bize o kadar yabancı ve yapay geliyor. Canlı bir materyalden çok sınırlı etkileşime girdiğimiz, uzaktan baktığımız bir obje gibi, bir türlü ilişki tarif edemiyoruz. Yanına otursan olmuyor, koklasan kokmuyor. Zaten dokunamıyorsun, sana ait değil o çünkü biliyorsun.

Gezi Parkı eylemlerinde slogan haline gelmiş olan Karl Marx’ın sözü geliyor aklıma: Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser. Para etmediği için önce keserler, yerine plastik saksıda yenisini dikerler. Keserken birileri kazanır, inşa ederken birileri kazanır. Plastik saksıya dikerken birileri kazanır. Biz de alışverişten çok yorulduğumuz sırada bize sunulan bu hizmetten yararlanır, plastik saksılı ağacın gölgesine oturur dinleniriz. Kim bilir belki bu sırada Leroy Merlin işçileri gelir yanımıza, emeğin gerçekliği, mücadelenin meşruluğu serinletir içimizi.

Etiketler

Bir yanıt yazın