Taraf Gazetesi yazarlarından Tayfun Serttaş'ın Taksim Meydanı projesi üzerine yazısı.
Hâlihazırda bir meydan katatonisi olarak önümüzde Taksim. Peki, şimdi ne yapma(ma)k gerekiyor? Geçen hafta kaldığımız yerden devam edersek, vakti zamanında herkesten doğru bildiklerini iddia edenlerin kimselere sorup danışmadan dayattıkları meydan ütopyası, kente karşı işlenmiş en büyük suç olarak artık hiçbirimize iyi gelmiyor. Bunda mutabıkız. Bundan sonrası ise yaratıcı zihinlerin gerçek anlamda devreye girmesi ve çoğulcu bir siyasi kültürün Meydan’a yansıma olasılığında yatıyor.
Hükümetin tek başına karar almak konusunda beis görmediği Taksim Meydanı’nın adeta dikte edilen yeni siluetinde, projenin en kabul edilemez unsuru olarak dalış tünelleri bence ilk sıradaki tartışmasız yerini koruyor. Bu gibi geçitlerin bir kentin kalbini nasıl lanetlediğini görmek için uzaklara gitmeye gerek yok. Aksaray Meydanı önümüzde, varsa oradan geçebilen bir vatan evladı, buyursun. Bu tünellerin Sıraselviler ve Gümüşsuyu gibi şehrin en karakterli caddelerini ne hale getirebileceği ihtimalini hızla geçiyorum. Henüz açıldığı ay birkaç kişinin o dalış tünellerine düşeceği konusunda bahse girerim ve eminim ben kazanırım. Bu tip doğal tuzaklar tasarlarken, aynı Meydan’da gecenin belli bir saatinden sonra binlerce insanın yüksek promil alkolle hareket etmeye çalıştığı gerçeğini görmezden gelemeyiz..
Taksim’in “meydan” özelliğini yitirip gitgide bir kavşak noktasına dönüşmesi en büyük sıkıntımız iken, bu tip derinliklerin umumi wc işlevi görmekten öte güvenlik açısından da sayısız problem doğuracağı açık. Üstelik daima uluslararası ve ulusal terörün hedefinde olan bir kentte, dilerseniz Meydan’ı bir kamyonet dolusu tnt ile aşağıdan da patlatıverin demek oluyor mu bu biraz? Mimari hassasiyetleri geçiyorum, güvenlik birimleri böylesine tekinsiz bir “alt katı” nasıl kabul edebiliyor? Henüz bilmiyoruz ancak onlarca tünelle delik deşik edilmiş bir Taksim’in kamu güvenliği açısından doğurabileceği riskleri tezahür etmek oturduğun yerden dahi çok zor değil.
Şahsen Beyrut ve Varşova modellerini inceleme fırsatı bulmuş birisi olarak, yerinden edilmiş bir mimari kompleksin farklı bir dönemde yeniden üretilmesi fikri bana yabancı değil, yadırgamıyorum. Üstelik Topçu Kışlası hem Meydan’ın amorf görünümüne bir hacim kazandırması hem de mimari referansları nedeniyle rahatsız edici görünmüyor. Toparlayıcı olabilir fakat 2012’nin Türkiye’sinde bu koca arazi için daha yaratıcı öneriler getirebilecek bir mimarınız yok muydu(?) sorusuna, yanıt vermesi gereken ben değilim.
Ayrıca burada bir detayın altını iyi çizmek gerekiyor, Varşova ve Beyrut gibi kentlerin hafızalarında savaş var. “Düşman” bombardımanıyla yerle bir edilmiş mimari eserlerin sonraki yıllarda aynen yerine koyulmasını talep eden bir kamuoyu var. Bizde ise düşmanlık olgusu içeriden filizleniyor. Bizzat kendi ellerimizle yok ettiğimiz tarihlerin replikalarında arıyoruz gibi umudu. Fakat bunu yaparken hiç farkında olmadan gelecek kuşaklara yeni “düşmanlıklar” miras bırakmamak lazım, aynı hataya düşmemek lazım. 100 sene sonra birilerinin gelip “aslında burada dönemi açısından çok modern bir park vardı” diyerek, kışla replikasını yıkıp yerine park replikasını dikmeyeceğinin garantisi yok. Bunun sonu yok.
Topçu Kışlası’nın yeni bir “kültür-sanat merkezi” olarak sunulması ise replikanın kendisinden öte tüylerimi diken diken ediyor. Meydan’da hâlihazırda Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü’ne bağlı üç sanat mekânı mevcut. Evlendirme Dairesi yanındaki Taksim Sanat Galerisi, metro girişinde sözde bir off space ve son olarak Taksim Maksemi’nin “Cumhuriyet Sanat Galerisi” adıyla yeni bir sergi mekânına dönüştürülmesi, Meydan’da sanat olgusunun ne düzeyde işletildiğinin kanıtı.
Henüz “white cube” konusundaki tartışmalar dahi bir çözüme ulaşamamış iken cart turuncu duvarlarıyla açılış sergisini yapan Cumhuriyet Sanat Galerisi, neden bu işin devletin memurlarına bırakılmaması gerektiğinin en büyük kanıtı olarak tarihe geçmedi mi sanıyorsunuz? Ortaçağ Türk sanatının olabilecek en kötü kopyalarını forekse sıvayıp sergilendiğiniz bu mekânlar, onca paraya rağmen işbilmezliğiniz sayesinde Meydan’ı çevreleyen ucube dehlizlerine dönüşmedi mi? AKM’ye hiç girmiyorum. “Kültür sanat kurumu” adı altında revize edilmeyi bekleyen bunca mekân tüm işlevsizliğiyle Meydan’ı çevrelerken, lale ve minyatür figürleriyle bezenmiş yeni rüküşlüklerin bu şehre faydası nedir? Bugüne kadar o mekânlarda sergilediklerinizin, bu ülkenin plastik sanatlar alanında yakaladığı prestijle ne ilgisi var? Sanat kurumu dediğiniz Taksim Maksemi su deposunun dış duvarına çakma şelale yapıp üzerine disko ışığı yansıtan siz değil misiniz? Adeta sanatla dalga geçer gibi araçsallaştırdığınız bu kurumlar, en fazla çevrenizdeki birkaç beyni sulanmış soyut ressamın işini görmek dışında hangi güncel önermeye kapılarını açtı? Kısaca, şu âna kadar elinize yüzünüze bulaştırdığınız sanat kurumları gibi bir sanat kurumu daha yapacaksanız size bir sanatçı olarak yalvarıyorum, yapmayın!
Orayı shopping mall yapın çok daha sahici, hatta bir Vivienne Westwood, bir Marc Jacobs, getirebiliyorsanız bir Jill Sander butiği dikin oraya en azından üstümüze başımıza bir şeyler bakarız, bir işe yarar. Yok, sanatı gerçekten önemsiyorsanız, hakikaten o replikanın içinde kültür-sanat faaliyeti gerçekleştirmek gibi bir niyetiniz varsa şayet, o halde öncelikle elinizdeki galeri enkazlarınızı bir renöve edin derim. Hiç yakışmıyor bu şehre, ayıp.
Taksim Meydanı gibi tüm ülkeyi ilgilendiren bir konuda bu derece kapalı ve inatçı davranılması süreci izleyenler açısından yalnızca kuşku verici. Eğer gelecekte zamanın rant ideologları gibi anılmak istemiyorsanız ve müzakereye dayalı bir gelecek kurgusu bu topraklarda hâlâ bir anlam ifade ediyorsa, bugün önünüzde bir fırsat daha var; muhataplarla iletişmek.
Üstelik onlar buna hazır.