Kentte yaşayan insan yaşadığı yeri umursar, gözetir, korur, kentine yapılan haksızlıklara karşı çıkar. Oysa İstanbul bu insanlardan yoksun bugün.
Aidiyetini yitiren bir yığıntıya dönüştürülüyor günbegün… Bir yer sahiplerini yitirdiği gün yıkılmaya başlıyor. Oysa biz sahip olmayı güce, iktidara bağlıyoruz çoğunlukla. Yeri değil gökyüzünü de satılığa çıkarıyoruz.
Italo Calvino’nun benzersiz anlatısı Görünmez Kentler şöyle başlar: “İnsan oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse, Diomira’da bulur kendisini. Kentin altmış gümüş kubbesi, bütün tanrıların bronzdan heykelleri, kalay kaplı yolları, kristal bir tiyatrosu, bir kulenin tepesinde her sabah öten altın bir horozu vardır.”
Kuşkusuz onun anlattığı mitolojik bir kent olmasa da düşseldir. Ama olmayan, yaşanmayan bir zamanın kenti değildir gene de. Anlatısının kahramanı Venedikli Marco Polo, gidip ülkesine vardığı Tatar imparatoru Kubilay Han’a yolda gördüğü kentleri anlatır. Anlatıcı düşsel bir örgü içinde kentlerin ruhuna dönük bir yolculuğa çıkar aslında. Olmayacak kentleri değil, “görünmez kentleri” anlatır.
Bir zaman bakışı içinde sıralanan kentlerin sırlı yanlarına dönük öylesine şeylerden söz eder ki Calvino, özlenesi bir dünyanın nasıl yitirildiğine de hayıflanırsınız ister istemez. Bu bir anlatıdır deyip geçemezsiniz! İnsanlar bir zamanlar demek ki böyle kentler kurmuşlar diye de bir düşünceye kapılırsınız. Ütopya değil gerçektir Gırnata. Ya Isfahan’a ne demeli? Tebriz, Bakü… Kadim doğu kentlerinin öyküsünü araladığınız da daha niceleri çıkar karşınıza.
Bizi kendine tutsak eden kentler…
Bağlılığımız, aidiyetimiz, dilimiz, ruhumuz olan kentler… Günümüzde iki ırmak arasındaki bir köprüde gider geliriz, bazen de bir eşikte veya bir geçitte beklercesine durur o iyi zamanların iyi kentlerini hatırlamaya çalışırız… Eğer yolumuzu düşürmüşsek oralara hemen “eski kent”in izini süreriz… Surlar ya da kapılar karşılar bizi. Çünkü kentteki zamanları en iyi anlatan bunlardır. Ardından kale, bedesten, çarşı, arastayı arar gözlerimiz…
Anadolu’nun nice kentleri vardır öyle… “Mücevher kent” dediğim Kastamonu örneğin… Bütün zamanları hatırlatan Bursa… Kimliğini koruyan Muğla… Ve daha niceleri…
Kentlerin ecesi İstanbul’a gelince duralıyoruz ister istemez. Çünkü, yıkım ve talan sürüyor. İşte size son bir haber:
“Taksim Gezi Parkı’nın iki yakasını birbirine bağlayan tarihi yaya köprüsü bir gecede yıkıldı!”
Taksim Gezi Parkı’nı Asker Ocağı Caddesi üzerinden karşıya bağlayan ve Prof. Henri Prost tarafından tasarlanan 70 yıllık yaya köprüsü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkıldı.
II Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından Taksim Topçu Kışlası Projesi’nin onaylanmaması üzerine Başbakanın “reddedeni biz de reddediyoruz” demesinden sonra kamuoyundan gizlenerek köprünün yıkılması düşündürücüdür.
1936 yılında İstanbul Belediyesi, Paris Şehircilik Enstitüsü Öğretim Üyelerinden Prof. Henri Prost’u, İstanbul’un planlanması çalışmalarını yönetmek üzere davet etmiştir. Prost, 1936’dan Aralık 1950’ye kadar, İstanbul Belediyesi İmar Müdürlüğü’nde Şehircilik Uzmanı olarak çalışmıştır. İstanbul’un ilk planı, Henri Prost’un imzasını taşıyan plandır. Bu plan, 1939 yılında yürürlüğe giren İstanbul yakasının 1/5000 ölçekli nazım planıdır. Bu planda yer alan “2 No.lu Park”, Konferans Vadisi’nin bir parçası olarak Taksim Cumhuriyet Meydanı’nı Spor Sergi Sarayına bağlayan aks üzerinde İnönü Gezisi adı ile 1937 yılında yine Henri Prost tarafından tasarlanmıştır. Topçu Kışlası’nın 1940 yılında yıkılmasından sonra başlanan inşaat kısa sürede tamamlanmış ve 1943 yılında Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar tarafından açılmıştır.
1980’li yılların ortalarına kadar adı İnönü Gezi Parkı olan Taksim Gezi Parkı, 2 No.lu Parkın başlangıç noktası olarak tasarlanmış, Cumhuriyetin ilk yıllarının çağdaşlaşma projesinin bir parçası olarak gündeme gelmiş ve yaşama geçmiştir. Bu proje, insanı merkezine alması nedeniyle Cumhuriyet tarihinin en çağdaş projeleri arasında gösterilmekte ve mimarlık tarihi literatüründe yerini almaktadır.
Taksim Gezisi, hem 70 yıllık ağaçları ile yoğun kent dokusu içinde nefes alma ihtiyacının karşılandığı bir alan olarak hem de semt dışından gelenler için bir buluşma alanı olarak bugün de hizmet vermeye devam etmektedir.
Parkın tasarlandığı tarihte sınırlı sayıda trafik aracı olmasına rağmen, Prof. Henri Prost geleceği planlama düşüncesinden hareketle, parkı bölen Asker Ocağı Caddesi üzerinde yaya yürüyüşünde sürekliliği sağlamak amacı ile projenin bir parçası olarak bir yaya köprüsü de tasarlamıştır. İnsanı temel alan çağdaş düşüncenin ürünü tarihi yaya köprüsü, mimari özgünlüğü nedeniyle de özel bir öneme sahiptir.”
TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin bu açıklamasını okuyunca, İstanbul’un üzerindeki niyetin, kara gölgenin kentin ruhunu nasıl kemirip yok ettiğini bir kez daha anlıyorsunuz.
Kentte yaşayan insan yaşadığı yeri umursar, gözetir, korur, kentine yapılan haksızlıklara karşı çıkar. Oysa İstanbul bu insanlardan yoksun bugün. Aidiyetini yitiren bir yığıntıya dönüştürülüyor günbegün… Bir yer sahiplerini yitirdiği gün yıkılmaya başlıyor. Oysa biz sahip olmayı güce, iktidara bağlıyoruz çoğunlukla. Yeri değil gökyüzünü de satılığa çıkarıyoruz. Kuşların ve ağaçların gökyüzünü, nefesimizin gökyüzünü karartıyoruz. Bir kent ilk yıkımını orada yaşamaya başladı mı ne kapıları, ne surları kaleleri ne de kadim çarşıları köprüleri kalır biline.