Gezegeni ilgilendirdiği için belli bir sınır içinde kurgulanmış çoğulcu demokrasinin de yetmeyeceği bir noktada hortlayan totalitarizmin, “Arkadaşlar bana sürpriz yapmış” pişkinliğinin hesabı henüz sorulmaya başlanıyor.
Kızılderililer en hayati kararları kendilerinden sonra gelecek yedi nesil adına düşünerek alıyorlardı. YEDİ NESİL! Bugünün yönetenleri, nasıl yöneteceklerinin adabını geçmişten aldıkları üzere, aynı adapla geleceği kurmak için “hükmediyorlardı”. Yarına karşı sorumluluk, çetrefilli ama taviz verilmeyen bir ideaydı.
Narsizmden, hükmetme hırsından, daimi bir iktidar sevdasından soyutlanmış bu bir arada yaşama kültür ve pratiğinin önceliklerinden biri; geniş kapsamlı bir toplumsal mutabakata üst düzeyde önem ve saygı ile oluşturulan yasalar, bir diğeri ise yaşam alanlarının korunmasıyla ilgili hususlardı. Bırakın yarını, yedi nesil sonrasına “dünyaya ettiklerinin” hesabını veremeyecek olmaktan duyulan erken bir utancın adabı. Tarkovsky’nin işaret ettiği, “dünyayı kurtaracak olan utancın”.
Pers Kralı Dara bir kitabe ile, kendisinden sonra geleceklere bir nasihatte bulunmuştu. Bunu Persepolis’te hâlâ okuyabilmemizin sebebi de Kızılderililerin hassasiyetiyle bir noktada aynı sayılabilir: “…sen ki gelecek günlerde kayalara oydurduğum bu kitabeyi göreceksin, -ki buradaki insan suretlerini bozma ve tahrib etme- tohumun olduğu sürece onların hasar görmeden korunmasını sağla.” Tek bir ağaca dahi dokunulmayacak da olsa, kent dokusunu tahrip eden her ‘düzenleme’, hesabı yalnızca o kent, o ülke yaşayanları tarafından değil, dünyayı paylaştığımız her birey tarafından sorulabilir bir talandır.
Bir bölgede hayvanların katledilmesine ses çıkarmayan lanet bir güruh yaşıyor olabilir, “oradan” olmayanların bu lanete ayaklanma hakları sabittir. Çünkü çoğunluk dikkate almasa da, enternasyonalizm ve ekosistem bize, tüm canlılar gibi tüm yaşam alanlarının da, bunların fiziken bulundukları yerlere ‘resmen’ hükmeden devletlerin ve ülkelerin değil, dünyanın ve insanlığın ortak mirası hatta daha önemlisi ortak nefesi olduğunu söylüyor.
Türkiye’de devasa bir rant şantiyesi kurularak yürütülen ve adına “kentsel dönüşüm” denen zincirleme kuşatmanın birkaç boyutu var:
Eugene Haussmann’ın Paris’te, Paris Komünü öncesinde yaptığına benzer bir sınıf-kültür tehcir ve kıyımı en büyük sorun. Yoksulların ve özellikle Çingenelerin maruz bırakıldığı şey bu. Korkunç bir hızla dikilen, kent dokusuna uygun her tür plan ve estetikten yoksun yapıların, ne yapsalar içine karışamayacakları “lüküs hayat” dayatmasının tam ortasında çaresiz bırakılan bu insanların; sadece kendilerinin değil, kültürlerinin de barındığı yerlerden zorunlu olarak uzaklaşmaları. Yukarıdan gelen baskı ile insanların da, egemenlerin kenti dönüştürdükleri o yeni, zorlama, çirkin surete dönüştürülme gayreti.
Bugünkü hükümetle her daim dirsek temasını, “gönül birliğini” sürdüren taze makbullerin, on yıldır bir hayli yol kat ederek yükselen yeni zenginlerin; kent kültürünün en canlı yaşadığı yerlerde oluşturulan rant alanlarında hızla iskân edilmeleri. “Kent restorasyonu” adı altında, sağlıklı bir entegrasyondan uzak feci bir kültürel asimilasyon yani.
Türkiye’nin devlet aklı esasen, ezelden beri böyledir. Entegrasyon değil, asimilasyon için bir “mahalle baskısı” yaratacak makbul yurttaşını, en koyu ve keskin işaretini her zaman tehdit olarak gördüğü azınlıkların etrafına yerleştirerek onları bir çembere alır. Ermenilerin yoğun olduğu Şişli’ye Ermeni Soykırımı sorumlularının anıtlarını dikmek, Rumların yoğun olduğu Fener-Balat hattının üstündeki Fatih’e en radikal Müslümanları yerleştirmek gibi… Tabii ki, bu iki örnek bütün asimilasyon tarihi içinde devede kulak sadece.
“Türkiye”deki strateji bu. Peki, Kürdistan? Yine bir tehcir ve kıyım amacıyla direkt olarak insanların yaşam alanlarını hedef alan, yıllardır süren büyük talan. İçinde yaşayan tüm canlılarla birlikte yakılan köyler, güzelim ormanlar ve tahrip edilen kültürel miras. Bu felâketlerden canını kurtarıp Batı’ya gelen Kürtleri de ya şehrin çeperlerine ya da kent içinde “karşıtlarıyla” kurdukları tuzaklara sürükleyen aynı asimilasyon politikası. Tamamen algısız değiller çünkü, şunu kesinlikle biliyorlar: “İnsan yaşadığı yere benzer.” Bu yüzden; bütün bu dayatmalara kültürleriyle, dilleriyle, yaşadıkları yerlere bıraktıkları izleriyle direnen insanları dönüştüremediklerini gördüklerinde, onların aynasını, yani yaşadıkları yeri yağmalayarak, “dönüştürerek” her yeri aslında yaşayanlardan müteşekkil bir toplu mezara çeviriyorlar. Bukowski’nin sözünü hatırlayalım: “Kentler, insanları öldürmek için inşa edilirler.”
Anadolu ve Rumeli’nin Türklerin eline geçtikten hemen sonra başlayan yıkım ve çarpıklaşmasına kadar gitmeden, bu örnekler var elimizde. Mimari olarak ortaya çıkan fecaat, her gün karşılaştığımız ve artık tepki vermekte dahi zorlandığımız bir “normal”e dönüşeli zaten çok oluyor.
Bütün bunlara bir de sokak hayvanlarını toplu olarak katleden, yaşam alanlarını devasa bir mezara, hapishaneye çevirmek, dikecekleri daha bir dolu “ucube”ye yer açmak için yeşili boğdukça boğan; nefes alan almayan her şeye hiç aralıksız yönelen aç gözlü zihniyetin tükenmez mesaisini eklediğimizde, memleket tarihinin en görkemli ayaklanmalarından birine şahit oluşumuza hiç şaşırmamak gerek.
İstanbul’un dört bir yanında aynı anda uyanıp Gezi Parkı’na akın eden ruh ve o ruhun başlattığı direniş, dünyada “kent hakkı” için başlayan ayaklanmaların gelişimlerini ve sonuçlarını bilenler için şaşırtıcı olmadığı gibi, bir bilgiyi daha kulağımıza fısıldıyor: Her şey daha yeni başlıyor! Çünkü devrimin bilgisi, sokaktadır! Taksim’in orta yerinde kalan tek yeşil alanın yok edilmesine karşı sokağa çıkan insanlar, adımladıkça içinde boğulmaya çalışıldıkları hapishanenin bütün duvarlarına teker teker çarparak; hem bunca zamanın sessizliğine öfkeyle doldular, hem de birbirlerinin ve birlikte yarattıkları sesin, gücün, mananın ve değerin farkına vardılar. Kucaklaşmanın menzili arttı; Gezi Parkı’ndan çıkıp İstanbul’da turladı, Ankara’ya sıçradı, Antakya’da yükseldi ve her yere yayıldı.
Gezi Direnişi, başlayıp sona ermiş basit bir çevre hareketi değil, yaşam alanlarına ve yaşam tarzlarına yönelen o kindar öfkenin her tonunu teker teker sorgulayan ve yargılamak gayretinde de olan insanların, “kent hakkı” mücadelesinden dönüştürdükleri uzun soluklu bir süreç. Yatışmış görünmesi, “her şeyin tatlıya bağlanmasından” değil, direnişçilerin bunun uzun sürecek bir mücadele olduğunu sokakta fark etmiş olmasından.
Bütün gezegeni ilgilendirdiği için belli bir sınır içinde kurgulanmış çoğulcu demokrasinin de yetmeyeceği bir noktada hortlayan totalitarizmin, “Arkadaşlar bana sürpriz yapmış” pişkinliğinin hesabı henüz sorulmaya başlanıyor. Hem de bir Kızılderili ahlâkı ve adabıyla. Daha evvel türlü teori bombardımanı altında çok şey öğrenip hiçbir şey yapamamış bir toplum, bugün bizzat öğrendiği bilginin, uyguladığı pratiğin perdesini aralayarak geçmiş deneyimlere göz atıyor ve o zaman da görüyor ki, sadece sokak değil, tarih de aynı işaret fişeğini yolluyor: Bu da-ha baş-lan-gıç!