Her Çarşamba Taraf Gazetesi'nde yazan İhsan Bilgin bu haftaki yazısında kentsel dönüşüme değiniyor.
Önce uyandırılmak istenen çağrışımları ve yan-anlamlarıyla başlayıp, anlamına ve içeriğine geçelim. Yasayla da pekiştirilerek iyice yerleşti, ama pek uygun bir deyim değil, çünkü kasıtlı bir müdahale kastediliyor. Oysa kentler, tıpkı doğanın sürekli yenilenmesi gibi, yavaş yavaş yenilenir; binalar teker teker yıkılır ve yapılır, caddeler açılır, altyapı güncellenir, tesisat yenilenir vs. Dönüşmesi değil, dönüşmemesi kasıt, irade ister. Nitekim kentlerin eski ve/ya kültürel/belgesel değer taşıyan kısımlarını koruyup, oldukları gibi kalmalarını istiyoruz; bunun için kafa yoruyor, nefes ve mürekkep tüketiyor, yasaları, kurumları, seferber edip kaynaklar harcıyoruz; ama olmuyor. Değil SİT ve koruma bölgeleri gibi cazip alanlar, böyle tescilli değer ve sıfat taşımayan yerler ya da manzara vs. avantajı olmayanlar bile tamamen dönüşüyor, aynı yeri bir daha gördüğümüzde tanıyamıyoruz. Bunların çoğu kasıtlı, yani siyasi ve/ya sosyal bir iradenin sonucu olmuyor; tersine, irade, değişimi durdurmaya değilse de frenlemeye, planlamaya çalışıyor. Buna rağmen tıpkı doğa gibi eskiyip, hatta eskimeye fırsat bulamadan dönüşmek kentlerin kaderi.
Roma İmparatorluğu’nun çöküşü sonrası, başta Roma’nın kendisi, kentler uzun süreler kullanılmadıklarından birer birer çökerek harabeye dönüşmüşlerdi. Binalar ve kentler kullanılmaktan değil, kullanılmamaktan eskiyip harabeye veya toprak-altı katmanına dönüşür. 12. yüzyılda ticaretin ve sosyal hayatın canlanmasıyla kentler eski yerlerinde yeniden kurulup yeni hayatın mekânı oldular; olurken de imparatorluk devrinden kalma, kasıtsız, ele-avuca sığmaz, tuhaf izleri de bünyelerinde taşıdılar. Örneğin dünyanın hayranlıkla izlediği Siena Meydanı cazibesinin kaynağı olan eğimini eski tiyatronun üzerine yerleşmesine borçluydu. Dolayısıyla kentler, zaman içinde geçmişin çoğunlukla kastedilmemiş izlerini içererek kendiliğinden dönüşür, yenilenir. Bir de İstanbul’dan örnek: Feneryolu istasyonuna dönen yolun ve yapı adasının kavisi eski demiryolu hattının izidir, ya da Samatya’ya kadar giden Sultanahmet-Beyazıt Divanyolu ekseni Bizans Mese’sinin. Kentin kolektif hafızası da tam bu denetlenmemiş, kasıtsız ve düzensiz, ancak dedektif ya da psikiyatr gibi keşfedilebilecek, esrarengiz izlerden işaretlerden ve parçalardan meydana gelir. Kent, tam da bu yüzden, bastırılmış unsurları, unutuşları ve geri dönüşleriyle insan hafızası gibidir; tıpkı hangi ânının, ne zaman, hangi rüyada, hangi sembollerle ve nasıl bir karmaşanın parçası olarak ve ne şekilde geri döneceğinin önceden belli olmaması gibi, kentlerde de neyin, ne zaman, ne vesileyle ve şekilde dışavurulacağını kimse önceden bilemez ve denetleyemez; yine tıpkı rüyada olduğu gibi ancak sonradan yorumlayabilir.
Napolyon’un Mısır seferi her türlü harabe, ve geçmişten kalanı nostaljik muhafaza eğilimi için bir dönüm ve başlangıç noktası olmuştu; hatıra defterleri, fotoğraf albümleri vs. ile de sıradan günlük hayata sızan bu eğilimin patolojiye dönüşme işaretleri hiç de seyrek değildi. Mesela İngiliz mimar John Soane, zamanın başlıca global kurumlarından Bank of England’ın Londra City’deki merkez binasını tasarlarken, projenin fantastik bir eki olarak burada yayımladığım resmiyle bir de Gandy’e harabe olarak tasvir ettirmiştir. 19. yüzyılın en keskin muhalifi Karl Marx, daha bina yeni doğmuş ve kullanılmaya/yaşamaya fırsat bile bulamamışken onun ölmüş, harabe olmuş hâlini tasavvur ettirtecek kadar ileri gidebilen geçmiş düşkünlüklerinde (19. yy. deyimiyle “ruinmania”) “ölü seviciliği”ne varacak bir patolojinin başlangıcını sezmiş olmalı ki “Bırakın ölüler ölüleri gömsün!” gibi acımasızlık tınısı güçlü bir sözü sarf edebilmiştir.
Evet, kentler dönüşür, istemesek de dönüşür, Kısmen yönlendirmek bazen mümkün olsa da nasılı önceden bilinemez. Kentsel koruma da doğrusu-yanlışı baştan belli teknik bir iş değil, zihinsel ve tinsel olduğu kadar sezgisel ve duyusal da bir alandır. Peki ya irade; hiç mi payı olmaz bu süreçte? Ya plan? Eğitimi, öğretisi, jargonu, odası, belediyelerdeki daireleri ve özel bürolarıyla kent planlama disiplinini nereye koyacağız bu manzaranın içinde? Plan çoğunlukla kent yapmak için kullanılsa da, bazen yıkmak için de yapılır.
Peki, bugün “kentsel dönüşüm” deyimiyle gündemler işgal edip, kitleleri tedirgin eden şeyle kastedilen nedir o zaman? İşin aslına bakarsak, bir yıkım planı stratejisidir Evet, kent dönüşür, ama genellikle de iktidarların istediği yönde değil. İşte o zaman, iktidarlar değişimi iradeleri yönüne çekmek için yıkım planlarını yürürlüğe koyarlar; kentleşmeyle ilgili birçok konuda olduğu gibi yıkıp-yapma tekniklerinin mucidi de İngiltere’dir. Sanayi devrimi ertesinde, hızlı kentleşme sonucu meydana gelen sağlık ve barınma sorunlarına müdahale için akıllarına gelen ilk çözüm, yasa çıkarıp sorunun kaynağı sayılan bina ve mahalleleri yasadışı konuma düşürmek, sonra da yıkıp, yenilenmeye zorlamaktı. Yasayla yıkamadıklarını demiryolu geçirerek yıkıyorlardı. Aslında yegâne sorun sağlık, yoksulluk ve barınak da değildi. Bu sorunların, doğa koşulu gibi kader olmayıp sosyal çelişkilerden kaynaklandığının ayırdına vararak, isyan edip başkaldırmış kentsel sınıflar da iktidar ve egemenler için tehdit teşkil ediyorlardı. Hem Londra gibi dünyanın kıymetli bir merkezinde yer kaplıyor, hem de işsiz, evsiz ve eğitimsiz kalıp isyan ediyorlardı. Yeni yasalar ve öncelikli demiryolu hatları da isyan haritasına göre belirleniyor, böylelikle sağlık ve barınak sorununa müdahale etme bahanesiyle henüz çıkmamış isyanların önlemi de alınmış oluyordu; işçi sınıfı sadece sağlıksız koşullarda yaşayıp bir de bunlara isyan etmekle kalmıyor, yaşadığı bölgeleri ucuza meşgul ederek, buraların potansiyel rantlarının sermaye birikimine katılmasına da engel oluyordu. Yasalarla veya demiryollarıyla yıkım, tek seferde tüm sorunları çözmese de erteliyor ve yakın geleceğin çözümüne yer açıyordu. Binalar ve insanlar sermaye birikimine yer açmak üzere ortadan kayboluyor, yerlerine bazen inşaat şirketleri bazen da hayırsever-sosyal kuruluşlarca yeni binalar yapılıyordu. İçlerinde kraliçe Victoria’nın eşi Prens Albert’in de bulunduğu bu hayırsever-reformist kuruluşların yaptıkları, geleceğin reformlarına model ve örnek teşkil edecek ürünler de üretirken; spekülatörler, eğer “yüzde 5 filantropi” diye anılan vergi indiriminden yararlanmıyorlarsa, eskisinden ince yönetmelik farklarıyla ayırdedilen, sözde-yeni çevreler üretiyordu.
Hikâye ve senaryo tanıdık değil mi? Benzerleri, üstelik tarih kitaplarımızda değil, günlük gazetelerimizin TOKİ kaynaklı haberlerinde yer alıyor. Evet, Britanya, sadece sömürgeciliğin ve sanayi devriminin değil, sosyal sorunlar kadar çözüm arayışlarının da Avrupa ve dünyadaki öncüsü idi. Yüzyıl sonra sorunlarını, yüz elli yıl sonra çözümlerini keşfettik, halen yaşıyoruz. Üstelik erteleme yoluyla çözüme koyulan isim de, acemice, kentin zaten kaçınılmaz olarak yaşayacağı bir sürece isim koyup, rol çalma uyanıklığından öte bir yenilik değil, “kentsel dönüşüm” kod adı ile anılarak yaşananlar. “Dönüşüm”ün gerçekleştiği Sulukule gibi alanlara, Başıbüyük’te ve Türkiye’nin her tarafında iftiharla inşa edilen bloklara veya Süleymaniye projesi gibi tasavvurlara bakınca gördüğümüz ise yeni, yaratıcı çözümler de değil; çoktan eskimiş bir mimarinin, tazeyken bile köhne ve kasvetli olmuş menülerinin beceriksiz taklitleri. Evet, deprem tehdidi çok ciddi tabii ki, ama “dönüşüm” de inanmamızı bekledikleri gibi sosyal konum ve sorunlardan tamamen kopmuş şekilde dikilmiyor karşımıza; sosyo-ekonomik bir karmaşa bulutunun içinde gelip dolaşıyor tepemizde. Oturduğumuz evler “dönüşüm” için yıkılınca tehlikenin atlatılmış olacağı da doğru değil, aynı inşaat sektörü değil mi yenilerini de yapan, yoksa sektör mü ithal ettiler?
Yaşadıkları yerin saflığını da taşıyan bir Finli gruba verdiğim seminerden sonra ilk soru “sizde imar yasaları var mı?” olmuştu. Cevaba daha da şaşırdılar. “Modern dünyada yasasız yaşanabilir mi? Bir gün bile kalamazdık ayakta!”