Evrensel Gazetesi yazarlarından Ahmet Yaşaroğlu'nun kentsel dönüşüm üzerine yazısı...
AKP Hükümeti döneminde en fazla göze çarpan “ekonomik faaliyet”lerden birisinin kentsel dönüşüm olduğu görülüyor. Bu alanda milyarlarca dolar dönüyor ve dev inşaat tekelleri, bankalar tatlı kârlar vururken, hükümete yakın çevreler de bal tutan parmağını yalar misali yalayıp yuttuklarını mideye indiriyorlar. Ama bütün bunların halka faturası şu oluyor; evleri vatandaşın başına yıkılıyor, “konut edindirme” adı altında uzun vadeli olarak ödeyemeyeceği büyük borçların altına sokuluyor, emekçi sınıflar yeniden şehrin dışına doğru sürülüyor. Bu aslında ikinci sürgün dalgasıdır.
İkinci sürgün dalgasıdır, çünkü ilk sürgün dalgası ’60’lı, 70’li yıllara dayanır. Köyünden, kasabasından, taşranın ücra illerinden iş ve ekmek bulma hayaliyle büyük kentlerin çevrelerine “gecekonducular” olarak yerleşmeye başlanması ilk sürgün dalgasını oluşturur. Hiç kimsenin, gönüllü olarak yaşadığı toprakları, yerini yurdunu terk etmeyeceği düşünüldüğünde bu gelişmeye sürgün demek yanlış olmayacaktır. Ama diğer taraftan bu tüm insan dışılığına, şehirlere gelip gecekondulara yerleşen kötü yaşam koşullarına karşın toplumsal gelişme, toplumsal uyanışa hizmet eden bir adımdır. Uyuyan köylü, taşralı vatandaş büyük şehirlerin canlı yaşamının, emek sömürüsünün merkezine doğru çekilmiş, toplumsal ve politik uyanışın içine doğru itilmiştir.
Bugün ikinci sürgün dalgası yaşanmaktadır. Gelip gecekonduya yerleşen, kendi olanakları ile devletin yapmadığını yapan vatandaşa şimdi, “Dur bakalım, biz buraya yeni konutlar yapacağız, seni ev sahipliğinden kiracılığa indireceğiz, eğer borçsuzsan on yıllarca sürecek borçların altına sokacağız, çünkü dev inşaat şirketlerimizin, bankalarımızın aşırı kârlara, spekülatif kazançlara ihtiyacı var” denilmektedir. Amerikan vahşi batısının, altına hücum etmesi gibi arazi rantlarına hücum edilmektedir. Marmaray, Üçüncü köprü, Haydarpaşa, Karaköy, büyük kentlerin içerisindeki araziler, limanlar, arsalar vb, tatlı rant alanlarına dönüşürken, kentsel dönüşüm projeleri peş peşe yapılmaktadır.
Herhalde aklı başında hiç bir vatandaş insana yakışır konutlarda oturmaya itiraz etmez. Ancak olan bu değildir. Olan evleri ile birlikte vatandaşın yıkımı, onun küçük birikiminin dev şirketler ve kamu yararına yağmalanmasıdır. Bu aslında aynı zamanda bir mülksüzleştirmedir. Vatandaşın küçük mülkü elinden alınmakta ve bu mülk büyük sermayenin tatlı kârlar vuracağı bir alana aktarılmaktadır. Komünistlerin vatandaşın mülküne göz diktiğine ilişkin efsaneler uyduranlar, şimdi bir anda on binlerce, yüz binlerce vatandaşın küçük mülklerine el koymakta, onları mülksüzleştirmekte, yeniden küçük bir mülke sahip olmak isteyenleri de bankaların insafına terk etmektedir. Bütün bunların dini bütün bir hükümet tarafından gerçekleştirilmesi kaderin cilvesi midir?
Kuşkusuz öyle değildir. Dini bütün hükümetimiz büyük sermayenin yolundan gitmektedir. Allah’ın ipi çoktan kopmuştur. Tutulan ip büyük sermayenin ipidir ve benzer süreçler kapitalizmin gelişmesinin hız kazandığı hemen her ülkede yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde Lenin emperyalizm adlı çalışmasının mali sermaye ve mali oligarşi bölümünde “Hızla büyüyen büyük kentlerin çevresinde arsa spekülasyonu”nun mali sermaye için özellikle kârlı bir alan olduğuna dikkat çekiyor, banka tekellerinin toprak rantı tekeliyle, ulaştırma tekelleriyle iç içe geçtiğinden söz ediyor, imar planları ile oynamanın, rüşvet ve yolsuzluk mekanizmasının çalışmasının, kamu görevlileri ile kapitalist şirketlerin yolsuzluklar yapmak üzere anlaşmalarının yol açtığı olaylara dikkat çekiyordu.
Bütün bunlar şimdi kentlerin çevresinde ve merkezinde dev inşaat şirketleri, bankalar vb. ile yapılmakta, devlet TOKİ aracılığı ile rant yağmasını “düzenlemektedir”. Vatandaşa düşen ise mücadele yolunu tutmaktır. Vatandaş başını sokacak küçük evini, doğasını, çevresini, yaşam alanını savunmak durumundadır. Bugün devlet yanına aldığı büyük patronlarla birlikte bu alanlara saldırmakta, vatandaş ise küçük mülkünü, suyunu, ağacını, çevresini, doğasını korumaya çalışmaktadır. Halkın geleneğinde ocağın tütmesinin özel bir anlamı vardır. Hükümet ise vatandaşın ocağını söndürmekte, kapitalizmi en vahşi biçimleri ile uygulamakta, dinin, imanın para ve kâr olduğu bir düzenin kapılarını ardına kadar açmaktadır. Hükümet rahattır çünkü zaten hakkını savunan, harekete geçen her kesimi “vatandaş olmamakla” damgalamaktadır. Şimdi damgayı ele alma sırası vatandaştadır, bu hükümeti öyle bir damgalamalı ki, bu damganın izi ebediyen çıkmamalıdır. Bu yönetim tarzı rantın ve soygunun yönetim tarzıdır ve vatandaşın iki eli öteki dünyayı bilmeyiz ama bu dünyada hükümetin ve patronların yakasında olacaktır.