Berkeley Üniversitesi'nden mimarlık, kent tarihi ve şehir planlama profesörü Nezar AlSayyad* ve aynı üniversitenin Orta Doğu Çalışmaları Merkezi yöneticisi Mejgan Massoumi*'nin Arap Baharı ve kent üzerine kaleme aldığı makalesi**.
Dünyanın her yerinde, demokratikleşme ve sosyal adalet arayışı içinde olan yeni örgütlenme biçimleri, aktivist hareketler ve halk ayaklanmalarına şahit oluyoruz. Bu hareketler düşünüldüğünde, yerkürenin güneyinde bulunan kentlerin geleceğini öngörme konusundaki becerimiz hakkında, hem iyimser hem de kötümser çıkarımlar yapabiliriz. Bu noktada asıl önemli olan, büyüyen yoksulluk, artan eşitsizlik ve yükselen sosyo-mekansal kutuplaşma ile şekillenen küresel ekonomi bağlamında bu yeni hareketlerin ne ifade ettiğini anlayabilmek. Bu hareketler küresel bir değişime mi işaret ediyor yoksa yaşananlar belirli kentsel coğrafyaları mı kapsıyor? Bu soru karşısında elbette ilk akla gelen, kentsel ölçekte önemli değişimlerin yaşandığı Arap Baharı. Arap dünyasında halkların kendi kendini yönetme talebini ifade ettiği bu sürecin ne tür sonuçlar doğuracağı ise henüz üzerinde durulan bir nokta değil. Arap dünyasının güncel dinamikleri göz önüne alındığında, dinin bu yeniden şekillenme sürecinde aktif rol oynayacağı ve Arap milletlerinin ve kentlerinin geleceğinde belirleyici unsurlardan biri olacağı kuşkusuz. Bu temelde, bu çalışmanın amacı dini bir motivasyonla başlayan hareketlerin nasıl köktendinci hareketlere dönüştüğünü ve bu durumun kentleri nasıl yeniden şekillendirdiğini anlamaya çalışmak.
Hiç kimse, Mohamed Bouazizi’nin sokakta izinsiz satış yaptığı gerekçesiyle Tunus polisi tarafından sürekli taciz edilmesi ve aşağılanması sonucu kendisini ateşe vermesinin, Tunus devlet başkanı Ben Ali’yi haftalar içinde görevinden eden bir devrimin kıvılcımı olacağını düşünemezdi. Dahası, bölge uzmanları dahi Tunus’ta çıkan bu ayaklanmanın üç ay içinde Mısır, Yemen, Libya ve Bahreyn’e kadar sıçrayacağını öngöremezdi.
Kaynak: alphadesigner
2012 yılı Mart ayı itibari ile, Arap dünyasında dört ülkede hükümetler tek tek devrildi. 2011 Ocak ayında, Sidi Bouzid’de çıkan ve ülke çapında devam eden protestolar sonrasında Tunus cumhurbaşkanı Zine El-Abidine Ben Ali Suudi Arabistan’a kaçtı. Şubat ayında, Tahrir Meydanı’ndaki kitlesel protestoların on sekizinci günü, Enver Sedat suikastından bu yana otuz yıldır kesintisiz olarak Mısır’ı yöneten Hüsnü Mübarek görevinden istifa etti. Libya lideri Muammer el-Kaddafi ise Ağustos ayında devrildi ve Ekim ayında Geçici Ulusal Güçlerin Kaddafi’nin memleketi olan Sirte’de kontrolü ele geçirmesi ardından öldürüldü. Ardından 2012 Şubat ayında, Yemen devlet başkanı Ali Abdullah Saleh, tek adaylı bir seçim sonucu, devlet başkanlığı görevinden ayrıldı.
Bu değişimlere yol açan en etkili ve örgütlü gösteriler Arapların “Öfke Günü” olarak adlandırdıkları Cuma günleri, öğle namazı kılındıktan sonra gerçekleştirildi. Protestocuların kararlı direnişleri yalnızca Orta Doğu’da değil dünya çapında bir etki yarattı. İskenderiye, Sana, Kahire, Bingazi ve Trablus gibi kentler bu ayaklanmalarda belirleyici bir rol oynadı. Bu noktadan bakıldığında, Arap ayaklanmaları, birer kentsel devrim olarak tanımlanabilir. Bu durumda, cevaplanması gereken asıl soru: “Arap Baharı’nın yarattığı politik dönüşümler nasıl kentler ortaya çıkaracak?”
Arap Baharı, bir çok kentte din temelli ve her biri kendine has yönetim biçimleri ortaya çıkarmıştır. Bu makale boyunca, kentin biçimini ve yaşam şeklini kontrol etme amacı güden ve dini hareketler olarak ortaya çıkıp köktendinci hareketlere dönüşen bu süreci inceleyeceğiz. Tartışmaya din ve şehircilik arasında süregelen ilişkisinden başlayıp, kent yönetiminin dini kurallardan ve dini rejimlerin kentten nasıl etkilendiği konusu ile devam edeceğiz. Ardından, din ve şehircilik arasındaki geleneksel ilişkiyi ve modernitenin bu ilişkiyi nasıl kırdığını tartışacağız. Şehir, vatandaşlık ve köktendincilik gibi temel kavramların üzerinde durup, köktendinciliğin bölgesel karakterini anlamaya çalışacağız. Makaleyi “köktendinci kent” tarifleri yaparak sonlandıracağız.
Arap Baharı’nı başlatan gösteriler, büyük ölçüde laik bir hareket olarak ortaya çıktı. Tunus ve Mısır’daki İslami gruplar protestolara sonraki aşamalarda katıldı. Fakat, ayaklanmalardan en çok yararlanan kesim yine İslami Partiler oldu ve birçoğu gösterileri takiben gerçekleşen seçimlerden zaferle ayrıldı. Örneğin Mısır’da, siyasi kararlılık sahibi, dirençli ve disiplinli olmasıyla tanınan en güçlü İslami topluluklardan, Müslüman Kardeşler örgütü, Mübarek’in istifasından sonra yapılan ilk parlamento seçimlerinde en büyük siyasi parti grubunu kurdu. İkinci sırada ise, Müslüman Kardeşlerin oy sayısının ancak dörtte birine ulaşabilen Hizb al-Nur (Işık Partisi) yer aldı.
Mısır’da yapılan demokratik seçimlerde İslami grupların öne çıkmasının nedenleri hakkında farklı düşünceler mevcuttur. Hakim görüş, bu durumu dini grupların kent yaşamında uzun zamandır etkin olmasına bağlamaktadır. Müslüman Kardeşler senelerdir yoksullara eğitim ve sağlık hizmetleri vermekte, dul ve sakatlara cüzi de olsa maaş bağlamakta ve benzer durumdaki kişiler için mikro-kredi sağlamaktadır. Grubun selefleri de artık benzer bir şekilde, dini bayramlarda yiyecek dağıtımı yapmakta ve Kuran kursları açmaktadır. Ayrıca, bu gruplar birçoğu Suudi destekli uydu kanalları ile yirmi dört saat yayın yaparak medya sektöründe de varlıklarını sürdürmektedir.
Esasen, Mısır’daki İslami grupların yükselişi, daha geniş bir bölgesel durumun parçasıdır. Tunus’da daha önce kapatılmış olan İslami parti Ennahda Kasım 2012’de yapılan kurucu meclis seçimlerinde oyların %40ından fazlasını toplamıştır. New York Times’ın bildirdiğine göre “Ennahda destekçileri mitinglerinde dini şarkılar söylemiş, meydanlarda Kuran’dan özgürce alıntılar yapmış ve parti liderleri sıkça Tunus’daki laik diktatörlerin on yıllardır süren baskısının ardından, İslam’ın uygulanma hakkının korunmasından bahsetmişlerdir”. “Allah’ın partisi” olarak anılan Ennahda, Tunus halkının ahlaki durumunu düzelteceklerini; bunu “alkole, kutsal değerlere karşı yapılan saygısızlığa ve popüler kültürün beslediği ahlaksızlığa karşı ve hatta kadınların kıyafet seçimlerine kısıtlamalar” getirerek yapacaklarını iddia etmiştir.
Benzer bir şekilde, Fas’daki Adalet ve Kalkınma Partisi Kasım ayında yapılan parlamento seçimlerinde oyların büyük çoğunluğu almıştır. Yakın zamanda, parti lideri Abdelilah Benkirane Kral Muhammed VI. tarafından başbakanlığa atanmıştır. Parti, Türkiye’de iktidar olan ve din ve modern siyaseti birleştirdiğini iddia eden Adalet ve Kalkınma Partisini izinden ilerlediğini belirtmiştir. Faslı Adalet ve Kalkınma Partisi, ekonomik ve sosyal konulara öncelik verdiğinden, yoksul kesim tarafından çok fazla destek görmektedir. Bu konuda, Faslı bir parti lideri olan Mustafa Ramid “Fas’ın İslamileşmesinin, adalet ve din özgürlüğünün tekrar elde edilmesi” şartına bağlı olduğunu belirtmiştir. Gerçekten de, bugün Ortadoğu’da yaşananlar ve ortaya çıkan yeni siyasi oluşumlar köktendinci ideolojilerin egemenliğini artırır niteliktedir. Kuşkusuz din bu ülkelerin, özellikle de belirli kentlerin, geleceğinin şekillenmesinde önemli rol oynayacaktır.
Bu, yalnızca Arap bölgesine özgü bir süreç değildir. Tüm dünyada birçok toplum, dini ve dini uygulamaları yeniden tanımlamakta, canlandırmakta ve kurmaktadır. Diğerlerinin yanı sıra Hıristiyanlık, Yahudilik ve Hinduizm mensupları da, geleneklere bağlılıklarını yeni yöntemler ile deneyimlemektedir. Bazı araştırmacılar, bu artan bağlılıkların, küreselleşmenin egemen güçlerine bir direnme yöntemi olduğunu savunurken, kimileri bu yükselişi Batı modernizmine karşı alternatif oluşumlar olarak yorumlamaktadır. Mısır’daki Selefilere ve Müslüman Kardeşler’e benzer şekilde bazı dini (özellikle ortodoks) gruplar, devlet tarafından ihtiyaçlarının karşılanmayan marjinal topluluklara bu hizmetleri vermeye başlamıştır. Bu grupların birçoğu, giderek daha tepkili ve radikal fikirlere yaslanmakta; dolayısıyla köktendinci sayılabilecek yeni kentsel hareketlere zemin hazırlamaktadır.
Kentler, kültürel geleneklerin ürünleridir; öyle ki, orada yaşayan insanlar ve onların inanç sistemleri hakkında bilgi verirler. Öteden beri din, toplumların kurumsal yapısını ve kentsel mekanların biçimlerini belirlemiştir. İlk şehircilik örnekleri, dinin fiziksel ve sosyal çevreyi nasıl sıkça şekillendirdiğini ortaya koymaktadır. Antik kentler, belirli kutsal mekânların etrafında, genellikle türbe, dini yapı, ya da mezarlıkların içinde gelişmiştir. Örneğin, Emevi Camisi, Şam’da kent merkezinin geniş bir alanını kaplamaktadır. Bu bağlamda, din kültürü ve şehircilik ilişkisi yerleşim tarihi kadar eskidir ve bu etkileşim hiçbir yerde Müslüman Arap dünyasında olduğu kadar belirgin değildir.
Şam Emevi Camisi
Yedinci ve sekizinci yüzyılda İslam’ın ortaya çıkışı ve Müslümanlığın hızlı yayılımı, Orta Doğu’nun kentleşmesinin önemli bir nedeni olarak görülmektedir. Milattan sonra yedinci yüzyılın başında Arabistan’da ortaya çıkan İslam, sekizinci yüzyılın sonunda doğuda Hindistan ve Çin’e, batıda ise İberia Yarımadası’na kadar yayılmıştır. İslam dünyasının Arap kontrolü altında olması, başlangıçta işgal edilen kentlerde büyük değişikliklere yol açmasa da, yeni kurumların ve faaliyetlerin oluşmasına sebep olmuştur. Bazı kentler bu yeniliklere oldukça ilgili ve açık bir tavır takınmıştır. Örneğin, “Kahire ve Bağdat eğitim ve bilim merkezi, Mekke ve Kudüs ticaret, ekonomi ve din merkezi, Şam ve İstanbul ise siyasi merkezler haline gelmiştir.”
Müslüman bölgelerdeki şartların çeşitliliği, birçok araştırmacının “İslami kent” kavramını haklı olarak sorgulamalarına neden olmuştur. Ortak bir miras, özellik, biçim ve yapıya sahip bir “İslami kent” oluşumunun gerçek olup olmadığı ve bunun mümkün olup olamayacağı araştırmacılar tarafından tartışılmaktadır. Esasen, İslam dünyası hiçbir zaman yekpare bir oluşum olmamıştır; içerisinde birçok farklı kültür, ırk, coğrafi ve sosyo-ekonomik özelliklere sahip toplumlar bulunmuştur. “İslami kent”in gerçekten var olup olmadığı tartışmaya açık olsa da, “İslami kent” oluşumunun ortak bir dine sahip olmaları dışında, benzer birçok özelliğe sahip olduğu görülmeye başlanmıştır.
Bir asırdır sürdürülen çalışmalara dayanarak, tipik bir İslam kentin ortaçağdan miras kalan dört kurum etrafında oluştuğu öne sürülmektedir: başkentte bulunan hükümet, yasal ve siyasi temsilciler görevindeki din adamları ve ulema sınıfı, çeşitli loncalar ve topluluklardaki tüccarlar, son olarak da dini ve etnik azınlıkların siyasi temsilcileri. Bu kurumlar, kent yaşamını etkilediği gibi kentin biçiminde yansıtılmışlardır. Örneğin, siyasi liderler kentlerin yüksek mevkilerinde kale ve saraylarda yaşarken, ulema sınıfı büyük ve merkezi camilerde, tüccarlar şehrin labirent gibi dallanan çarşılarının her köşesinde, azınlıklar ise yalnızca dini kökenlerine göre değil etnik, ulusal ve mesleki kökenlerine göre ayrıştırılmış bölgelerde yaşamaktadır. Görülüyor ki, din yüzyıllardır kent yaşamını dini hukukçular tarafından oluşturulmuş kaideler ve yapay geleneklerle düzenlemekte; kamusal alanı her yönüyle kontrol altına tutmaktadır.
Bu farklı kurumlar arasındaki güç dengeleri, Arap dünyası kentlerinde göreli bir düzen oluşturmuş ve uyuşmazlıklarda din ara bulucu bir rol oynamıştır. Ortaçağ Avrupa kentlerinde de benzer bir kontrol ve denge mekanizması bulunmaktadır. Burada denge, feodal güç merkezleri yani kilise, soylu sınıfı ve yeni ortaya çıkan tüccar kesim etrafında kurulmuş; ve bu ortaçağ kentinin fiziksel özelliklerine de yansımıştır. Bu kentlerde, kale ve katedral güç ve otoriteyi temsil eden geleneksel kurumlardır. Başpiskopos başkanlığındaki kilise, istediğinde gerekli arazileri satın alarak ya da sahiplerini yerlerinden ederek kendi kent meydanlarını oluşturabilecek ve varlığını somutlaştırabilecek güçtedir. Kentlerdeki pazar meydanları da ekonomik kurumların artan nüfuzunu temsil etmektedir. Bu durumda lonca ya da belediyeler ise yükselen tüccar sınıfın kazandığı gücü ortaya koyan yeni politik kurumları temsil etmektedir.
Sanayi devriminden sonra ortaya çıkan kapitalizm, 19. yüzyılda Avrupa’da ve 20. yüzyılda Ortadoğu’da dinin kentsel ve kamusal alandaki belirleyici rolünü değiştirdi. Bu dönemde, yeni ekonomik güçler Avrupa kentlerini şekillendirmeye başlarken, Arap Ortadoğu’sunun sömürge kentleri -kısmen azalarak da olsa- geleneksel İslami değerleri yansıtmaya devam etmiştir. Ayrıca, 19. yüzyılda emperyalizmin ortaya çıkması ile Avrupalı kentler ve Ortadoğu’daki sömürgeleri arasındaki eşitsiz ilişki, sömürülenin kimliğinin basmakalıp ve çarpık bir bakış açısıyla göz ardı edilmesine neden olmuştur. Bu nedenden ötürü, dinle çok yakından alakalı olan, kimlik oluşturma mevzusu, bir çok sömürge için bağımsızlıklarının ilanı ardından öncelikli bir konu haline gelmiştir.
Bağımsızlığının ilk yıllarında, çoğu Ortadoğu hükümeti modernite ile oldukça meşgul olmuş ve modern olmak arzu edilen bir durum haline gelmiştir. Bu meşguliyet, kültürel boyutların ihmal edilmesi, kent gelişiminde Batı modelinin genel bir kabul olarak her noktada uygulanmasına yol açmıştır. Bu durum, sermayenin küreselleşmesi, ticaret ve iletişim alanlarında uluslararası sermaye ve emeğin istikrarlı artışı ile gün geçtikçe şiddetlendirmiştir. Ayrıca, buna sebep olan güçler, bireysel ve kolektif kimlik oluşumunu zorlaştırmıştır.
Küreselleşmenin yarattığı değişikliklere rağmen, birçok toplumda kamusal alanda dine yeni bir anlam verme, dinin ve etnik bağlılıkların dirilmesi söz konusudur. Günümüzde, milliyetçiliğin yanı sıra din, toplumların kimliklerini oluşturmada öncelikli bir öğe haline gelmiştir ve dini ideoloji yirminci yüzyılın başından çok daha etkili bir biçimde kentleri şekillendirmektedir. Amerika Birleşik Devletleri ve Afrika’da tele-misyonerlik, yine Amerika Birleşik Devletleri ve Latin Amerika’da mega-kiliselerin yükselişi, beraberinde Arap Ortadoğu’sunda dini ritüellerinin kamusal alanları ele geçirmesi bu duruma örnek teşkil etmektedir.
Din ve dini faaliyetler her zaman kentler üzerinde önemli bir etkiye sahip olacaktır. Üzerinde durulması gereken ise belirli dini faaliyetlerin ne zaman dışlayıcı ve köktendinci uygulamalar haline geldiğini fark edebilmektir. Sorulması gereken soru şudur: bir kentin kamusal alanı hangi oranda, baskın bir çoğunluk ya da güçlü bir azınlık tarafından, dindarlık aracılığı ile işgal edilirse o kent köktendinci olur?
Köktencilik ve şehircilik arasındaki ilişki oldukça karmaşıktır. Köktencilik kelimesinin sözlük anlamı “temel ilkeleri bir dizi sıkı ve değişmez bağlılığı vurgulayan bir hareket veya tavır” olsa da, çoğu gözlemci günümüzde köktenciliği laiklik ile doğrudan çatışan bir İslami dindarlık biçimi olarak belirtmektedir. Esasında, köktencilik Hıristiyan kökenli bir kavramdır ve ilk kez yirminci yüzyılın başlarında Amerikan bir Baptist tarafından muhafazakar Protestanları tanımlamak için kullanılmıştır.
Kent her zaman ideolojik bir çerçeve olarak kökten dinciliğin oluşumunda önemli bir rol oynamıştır. Kentler, çeşitli köktenciliklerin tezahürlerinin bölgesel karşılıklarını algılamak açısından da mühimdir. Günümüzde köktendinci kentin iki çeşidi vardır: “dar görüşlü ve küresel köktendinci kent”. Taliban yönetimi altındaki Peşaver, yerel güçlerin doğası gereği dışlayıcı olan mekanları şekillendirdiği dar görüşlü kentlere örnek gösterilebilir. Küresel köktendinci kentlere örnek ise, Kuzey ülkelerinde oldukça büyük Müslüman azınlık nüfusuna sahip olan ve dışarıya kapalı etnik mahallelerdir. Bu kentlerde küresel etkileşim ağları, dışlayıcı mekânsal pratikleri güçlendirmektedir.
Bu bağlamda, bir kentin çevresi –bu bir çöl, tarım arazisi ya da kırsal yerleşim alanı olabilir- ile olan ilişkisi çok önemlidir. 18. yüzyıl hareketleri olan Arap Yarımadası’ndaki Vahabizm ve Mısır’daki Cemaat el-Takfir ve’l-Hicret Kent ve çevre ilişkisi bağlamında iki çarpıcı örnektir. Her iki harekette de, kent ve çevresi arasında birbirini güçlendiren bir ilişki vardır. Erdem ve saflık temsili olan çevrede gerekli planlar yapılmış; aldatıcı olmak ve kafirlikle suçlanan kent merkezlerinde ise bu planlar uygulanmıştır.
Vahabiler Kur’an ve hadisleri kent yönetiminde temel ve yetkili metinler olarak kabul etmektedirler. Bu inanç sistemi, 1979 yılındaki Mekke kuşatmasına ve ABD’deki 11 Eylül saldırılarına ilham teşkil etmiştir. Daha sonraları El-Kaide örgütünün kuruculuğuna katkıda bulunan ve kendisinin Mesih olduğunu iddia eden bir genç tarafından yönetilen Vahabi militanları, 1979 yılında, Mekke’deki kutsal cami Haram’a kuşatma yapmış ve buradan ilk küresel cihat çağrısında bulunmuştur. Mekke kuşatması ile 11 Eylül saldırıları benzer yöntemlere sahiptir: köktendinciler kentsel yaşamın yozlaşmayı temsil ettiğine inandıkları şehirlere saldırıda bulunmuştur.
Bu örneklerin yanı sıra, peygamberleri Muhammed’in hicretini örnek alan Cemaat el-Takfir ve’l-Hicret, kenti ele geçirdiklerini göstermek için çöle hicret etmişlerdir. Cemaat el-Takfir ve’l-Hicret, Müslüman Kardeşler’i politik rejimlere fazla uyumlu ve askeri cihata isteksiz olmasını eleştiren bir grup tarafından kurulmuştur. Kendisiyle aynı fikirde olmayan Müslümanlar dahil herkesi kafir olarak nitelemeyen bu örgüt, 1981’de İsrail ile antlaşma imzalayan Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın suikastını de içeren birçok terör faaliyetleri gerçekleştirmektedir.
Kent ve çevresi arasındaki ilişkisinin önemini gösteren diğer unsurlar ise köy ve kasabadır. Örneğin, 2002 yılında Hindistan’ın küçük bir kasabası olan Godhra’da Müslüman bir grubun tren yakması, Ahmedabad ve Mumbai’de Müslümanlara karşı misilleme eylemlerine yol açmıştır. Medya yaşananları aşırı köktendinciliğin tahmin edilebilir bir sonucu ve Hindu ve Müslüman köktendinciler arasındaki bir çatışma olarak sunmuştur. Arjun Appadurai ise Mumbai’deki isyanı tartıştığı makalesinde, Müslümanlara karşı gösterilen şiddetin temel sebebini, su ve mülk gibi temel kentsel kaynakları ele geçirme isteğine bağlıyor. Hindulara göre, bu süreç ancak bölgedeki Müslüman nüfusunun azalmasıyla mümkün olacaktır.
Farklı dini grupların çatışmaların güncel bir örneği, 2011 yılı Aralık ayında İsrail’de yaşanmıştır. Olaylar çok sayıda Ortodoks Yahudi’nin yaşadığı bir mahallede ortaya çıkmıştır. Bir Ortodoks Yahudi genç, okul yolundaki sekiz yaşında bir kıza sürekli laf atmış ve kıyafetini yeterince kapalı bulmadıkları için ona “fahişe” diye seslenmiştir. Sonrasında, kentin çevresindeki bir çok bölgeden ve farklı kentlerden vatandaşlar bu tür dini şiddet içeren fanatik hareketleri protesto eden gösteriler düzenlemiştir. Aşırı dinciliğin yeni bir mevzu olmadığı İsrail’de, tutucu İsrailli gruplar katı namus kurallarıyla kamusal alanı baskı altında tutarak cinsiyet ayrımcılığı yapmakta ve kadınları toplum dışına itmektedir. 2011’de yaşanan bu olay, dinci hükümetlerin gelecekleri ve özellikleri ile alakalı daha büyük çatışmalar olacağını göstermektedir.
Köktendincilik ve mekan çalışmalarının birçoğunda şehir, ya bir milletin kendine has evreni yahut ideolojik çatışmaların bir yan kaynağı olarak indirgemeci bir bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Köktendinci kent, aparthayd kent, gettolaşmış kent veya köken, ırk ve dini bölünmelerin olduğu kentler çerçevesinde de tanımlanabilir. Oren Yiftachel bu durumu “etokrasi” kavramını kullanarak tartışır. Yiftachel, İsrail’in kentleşmesinin sosyal, kültürel ve politik itici gücünün İsrail ulusunun Filistin toprakları üzerideki egemenliğini sürdürmek ve böylece Yahudi bir devlet olarak görevini yerine getirebilmek olduğunu düşünmektedir. Beer Sheva kentini örnek veren Yiftachel, İsrail kent planlama faaliyetlerinin, Filistin toprakları üzerinde istihdam ve kontrolü sağlayarak Yahudi kökenli bir ulus kurmak için kullandığını belirtmektedir.
Sonuç olarak, köktendinciliğin tek ve genelleyici bir tanımını yapmak yararlı ve mümkün olmayacaktır. Her kentsel bağlam kendine has niteliklere ve buna bağlı olarak farklı köktendincilik uygulamalarına sahiptir. Bu bağlamda, tek bir köktendincilik tanımı üzerinde anlaşmaya çalışmak yerine, bu kavramın birden fazla tanımını yapmak gerekmektedir. Teorik olarak, köktendinci bir kişi, bir grubun lideri ya da kimileri için bir kahraman, başkaları için ise bir suçlu olabilir. Bazı görüşlere göre köktendinciler, ahlaki eylemcilik motivasyonuyla hareket eder ve dini şehircilik bunun kentsel bir tezahürüdür. Bütün bunlar, kent ve köktendincilik tartışmasını ve kentsel alanların ulus içi dini çekişmelerin mekansal çerçevesi haline geldiğini gösteren görüşlerdir.
Köktendinci kent ne demektir ve bu tanımı yapma hakkına kim sahiptir? “Belirli hakların ve faaliyetlerin kamusal alandaki inkarı” ne zaman köktendinciliğe işaret ettiği açık değildir. Kıyafet düzenlemesi uygulamaları ya da sigara yasağı yanlızca köktendinci hareketlerin ilham verdiği uygulamalar olarak tanımlanabilir mi?
Her koşulda, köktendinci kent tanımlaması yapmak için yerel kültürün ve onun küresel bağımlılık içindeki konumunun dikkate alınması gerekir.
Yine de, farazi bir köktendinci kentin özelliklerini tanımlamak istiyoruz. Böyle bir kent: iktidar gücü ya da nüfusun çoğunluğundan farklı bir dine yahut etnik kökene sahip bireylerini herhangi bir yasa, politik beyan, gelenek ya da gizli uygulama ile dışlayan; çoğunluğun mensup olduğu dini ritüellere ve uygulamalara tüm azınlık grupların uyum sağlamak zorunda olduğu; çoğunluğun dini devlet tarafından öngörülmüş; katı bir cinsiyet, etnik köken veya ırk ayrımı nedeniyle ayrıştırılmış grupların kamusal alanlara sınırlı erişimine sahip olduğu; yukarıda sözü edilen kontrol ve baskı biçimlerinin günlük hayatın içinde normalleştirildiği, belirli grupların sınırlı kamusal alan erişime sahip olduğu ve bu durumların baskılandığı, azınlıklar tarafından sorgulanmasının mümkün olmayan hale getirildiği bir kenttir.
Köktendincilik hariciyet fikrine bağlıdır. Araştırmacı Ziad Fahmy’ya göre Arap Ortadoğu’sundaki kentler, tıpkı yerkürenin Güney’indeki benzerleri gibi, dışlayıcı mekansal uygulamalarla parçalanmış kentsel alanlara dönüşmektedir. Bu nedenle, köktendincilik ve kent ilişkisi mevzusunda, vatandaşlık sorunu çok önemli bir hale gelmiştir. Bu durumun Arap Baharı’ndan daha iyi örneklendiği bir olay yoktur.
Mısır’da on sekiz gün süren gösteriler sırasında Tahrir Meydanı’nı bir protesto alanından dinsel bir alana dönüşmüştür. Arapça “kurtuluş” anlamına gelen Tahrir, Kahire’nin en büyük kamusal alanlar biridir; ve tarih içerisinde siyasi olaylar sırasında, örneğin 1919 ve 1952 devrimlerinde, önemli bir toplanma noktası olmuştur. Kısmen Tunus’daki olaylardan beslenmiş olan Mısır ayaklanması bir grup özgürlükçü gencin burada toplanması ve Mısır güvenlik güçlerini protesto etmesiyle başlamıştır. 28 Ocak’ta yaşanan “Öfke Günü” ile protestolar büyümüş ve rejiminin devrilmesine sebep olacak kadar güçlenmiştir.
1941 yılında Tahrir Meydanı
Protestolara başlangıçta yalnızca birkaç İslami grup katılmıştır. Hem Mısırlı hem de Batılı gözlemciler, Mısır devrimin hayret verilecek ölçüde barışçıl, laik veya dine karşı ilgisiz gözüktüğünü belirtmiştir. Nitekim, küçük ama giderek etkili hale gelen muhafazakâr ve köktendinci grup Selefiler, gösterileri boykot ettiğini açıklamıştır. Mübarek rejiminin sonunda tavizler vermesi ve ayaklanmaların rejimi devireceği netleştiğinde ise, Müslüman Kardeşler 6 Şubat 2011 tarihinde halkın taleplerinin karşılanması için yetkililerle görüşeceklerini beyan eden bir bildiri yayınlamıştır.
Ancak, 11 Şubat sabahına kadar Müslüman Kardeşler Tahrir Meydanı’nda baskın hale gelmemiştir. 11 Şubat Cuma günü, Tahrir Meydanı’nı nerdeyse yarım milyondan fazla katılımcıyla bir ibadet alanına dönüşmüştür. Müslüman Kardeşler, o gün sahip oldukları sistemler ve Kahire’nin birçok mahallesinde uyguladıkları sosyal hizmetler sayesinde meydandaki örgütlenme, enkaz temizleme ve güvenlik konularında etkin bir şekilde rol oynamıştır. Buna karşılık, 4 Şubat’ta, önceki Cuma gününde, küçük Müslüman gruplar aynı meydanda Kıpti Hıristiyanlar (Kıptiler) tarafından korunarak namaz kılmışlardır. Müslüman geleneğe göre bir cemaatin namaz kıldığı her yer ibadet evine dönüştüğünden 11 Şubat’ta Tahrir Meydanı kentin merkez camisine dönüşmüştür. İlginç bir şekilde Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek de aynı gün görevinden ayrılmıştır.
İbadet alanında dönüşen Tahrir Meydanı
Kahire’deki olayları, İslami güçlerin kontrolü devralması olarak yorumlamak yanlış bir genelleme olacaktır. Bu olaylar, kentte 1970’lerin sonundan beri gerçekleşen dönüşümün bir parçasıdır. Son otuz yılda nüfusun iki katına çıkması ile kentteki camilerin sayısı orantısız bir şekilde artmıştır. Bu camilerin bir çoğu garaj ve bodrumdan dönüşme mekanlardır. Hızla yükselen dincilik ve ibadet alanlarına uygulanan vergi muafiyeti ibadet mekanlarının sayılarının bu denli artmasının bir sebebidir.
Bu dönüşümlerin etkisi özellikle cuma namazlarında ve ramazan ayı boyunca kentsel mekanlarda açıkça görülebilmektedir. Oruç ve ibadet ayı olan Ramazan’da, ibadet edenlerin kendi seccadelerini getirip sokaklara sermesiyle kamusal alanlar ibadet mekanına dönüşmektedir. Bu bölgedeki dükkanlar namaz vakitlerinde gönüllü olarak kapanmakta; Kıptiler, bazı Müslümanlar ve modern kıyafetli kadınlar sokakta bulunmaktan kaçınmaktadırlar. Kuşkusuz onlar, kamusal haklarını daraltacak bu dini canlanmanın bir parçası olmak istemeyen vatandaşlardır.
Son yıllarda, dine dayalı mekansal kısıtlama ve dışlama -Suudi Arabistan’da açıkca, birçok yerde ise üstü kapalı bir şekilde- normalleştirilmiş ve gündelik yaşamın bir parçası haline gelip, dışlanan gruplar tarafından sorgulanamaz hale gelmiştir. İşte bu, köktendinci kentin doğuşu olabilir. Bu bağlamda, Arap Ortadoğu’sundaki kentlerin bir “Ortaçağ modernitesi” yaşayıp yaşamadığı sorgulanabilir. Sözü edilen örnekler, Arap dünyasındaki kentlerin hala ortaçağ kentlerinin mekansal hiyerarşileri üzerinden şekillendiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu kavramsallaştırma, doğası gereği paradoksal olan modernizmi, azınlıkları yok sayan demokrasileri, materyalist önceliklere sahip köktendinciliği ve savaş ve insancıllığın eş zamanlılığını ortaya koymaktadır.
Tarihsel bir dönem olarak değil kavramsal bir çerçeve olarak “Ortaçağ”, Arap dünyasındaki bireyin yaşadığı vatandaşlık sorunları, artan şehirleşme ve dinselliği en iyi şekilde açıklar. Modern bir İslami devlet politik ve hukuki adaleti ancak güç ve hukuk arasındaki anayasal dengeyi kurabilecek yeni kurumların oluşması ile sağlayabilir. İslam ve demokrasi dengesini sağlama mücadelesi Arap Orta Doğusu kentlerinde sürmektedir. Bu mücadele hala devam etmektedir, ancak Arap dünyasında yahut yerkürenin güneyindeki diğer kentlerde yükselen köktendinci hareketlerin 21. yüzyılda köktendinci ulusların yükselmesi anlamına gelip gelmeyeceğini göreceğiz.
*Nezar AlSayyad Kaliforniya Berkeley Üniversitesi’nde mimarlık, kent tarihi ve şehir planlama profesörü ve aynı üniversitenin Orta Doğu Çalışmaları Merkezi başkanıdır. Mejgan Massoumi Kaliforniya Berkeley Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Merkezi yöneticisi ve aynı üniversitede araştırma görevlisidir.
**Journal of International Affairs, Spring/Summer2012, Vol. 65 Issue 2, P 31-42, 12p