Bugün dünya nüfusunun yarısı kentlerde yaşıyor. Şehirler artık eskisinden daha büyük ve daha fazla. Peki o zaman bizler onlara neden bu kadar karşıyız?
Alastair Donald ve Austin Williams kentleşmenin dinamiklerini arayan iki mimarlık eleştirmeni. Kitapları “The Lure of the City” yaratıcılığın giderek arttığı bu fizik mekandaki değişken sosyal yapıya dair yazılmış makalelerinin derlemesinden oluşuyor. Çalışmaları şehirleri herşeyin olabileceği öngörülemeyen mekanlar olmaları ile adeta kutsuyorlar.
Gelin Austin Williams’ın şehirlerle ilgili herkesin sahip olduğu önyargılar için yaptığı açıklamalara göz atalım.
İnsanlar problem değil, çözümdür. Ama üzücüdür ki biz kendimizi çevrenin birincil yok edici dinamiği olarak görüyoruz. Sürdürülebilirlik insanları hiç sevmeyen bir kavram aslına bakarsanız. Ona göre tüm kaynakları biz sömürüyor ve herşeyi biz yok ediyoruz.
Bizim kitabımız kentlerin üretim, aktivite, dinamizim ve sosyal gelişimin tetikleyicisi mekanlar olduğu tezini savunuyor. Eğer Nairobi ve Lagos raporlarımızı okursanız Viktoryal slum kavramı ile nereye varmak istediğimizi anlayacaksınız. Bir Afrika slumının romantik geri kalmışlığının yanında, İngiliz Viktoryal slumlarının kentsel planlama ile gelişmiş ve sosyal bir dönüşüm geçirdiğini ve aradaki farkı göreceksiniz.
Karşılaştırmalar her zaman tehlikelidir ama gelişme modellerine baktığımızda Çin’deki ve Hindistan’daki yerleşmelerde uygulanan pratik aslında bundan 200 yıl önce İngiltere’de uygulanan modelle aynı. Afrika siyasal sebepler ile biraz daha geri aşamalarında bu modelin ve biraz daha yavaş ilerliyor.
Yeni Ekonomi Forum’unda yer alan Mutlu Dünya başlığının altında yer alan düşük gelirli kentlerin kendi durumlarından memnun oldukları ve dünyadaki diğer kentlerde yaşayan insanlardan daha mutlu oldukları söyleniyor. Çünkü onlar daha az tüketiyor. Bu da insanların “daha az tüket daha mutlu ol!” fikrine alışmalarını kolaylaştırıyor.
Genel kabül insanların gitgide yalnızlaştığı ve bireyciliğin öne çıktığı yönünde olsa da kitap çok daha önemli bir sorun üzerinde duruyor ve özel hayatlarımızın kamusallaştırıldığına dikkat çekiyor. Artık yanlış bir şey yapmadıysanız saklayacak birşeyiniz yok. Yanlış bir şey yapmışsanız saklanıyorsunuzdur. Başka bir deyişle kentin şüpheyle izlenen anonimliği göze çarptı.
Bazı eko-kent projeleri sadece pazarlama amaçlı basit adeta birer karnaval alanı yaratacak olan kentsel gelişim örnekleri. Yine de çoğunda, kentsel yığılmayı çözümlemek gibi birçok güzel nokta da var. Sıfır karbon denilen gürültü ise biraz araştırsanız tamamen fasa fiso olduğunu göreceğiniz bilimsel bir şaka.
Kitapta Çin / Tianjin ve Londra arasında bir karşılatırma yapılıyor, biliyorsunuz Tianjin eko kent pazarında bir şehir. Sonuçlar şaşırtıcı.
Örneğin, Londra merkeze seyahat edenlerin %90’ı araç kullanmamayı tercih ediyor. Aynı oran Tianjin için geçerli. Londra’nın karbon emisyonu raporları şu an Tianjin için tahmin edilenin yarısı kadar. Ekim 2011’den bu yana Londra’da gelişen yeni konut alanlarında tüketilen günlük su miktarı kişi başı maksimum 120 litreyi geçmiyor ki bu rakam Tianjin’in 10 yıl sonrası için koyduğu bir hedef. Ve son olarak Londra kişi başı 105 metrekare yeşil alan düşerken bu rakam Tianjin’in 9 katı kadar. Eğer fesat düşünüyor olsaydım Londra’nın Çin’in eko-kenti karşısında vahim bir durumda olduğunu idda edenler arasında olurdum.
Yeni gelişen kentler sınırsız olasılıklara gebedir. Bu durum nasıl ki 19. yüzyılda Paris, Londra ve New York’da olduysa bugün İstanbul, Nairobi ve Mumbai’de böyle olacak.
Evet bu çağda yaşanmaması gereken bir açlık ve yoksulluk var ama kentler gelişmeli artmalı ve yeniden insa edilmeli ve bu sorunların üstesinden gelmeli.
Çin ve Hindistan gibi sanayileşme sürecinde olan tüm bölgelerde harika hızla kentler gelişiyor. Belki beraberinde birçok sorunda ürüyor fakat aynı zamanda yaratıcı endüstriler de geliştiriyorlar.