İktidarın istisnayı belirleme hakkını kendine tanıması, otoriter rejimlere özgü bir hukuk anlayışıdır. Keyfiliğin yasallık kılıfı altında hakim olmasını sağlar.
Uygulanmasında “fiili imkansızlık” olduğu gerekçesiyle yargının verdiği bir kararın hükümet tarafından yok hükmünde sayılması, ne demektir? Anlamı açık: Yürütmenin aldığı idari kararların yargı tarafından denetlenmesi olanağının fiilen ortadan kaldırılması. İdare mahkemelerinin verdiği ve Danıştay’ın üst üste onayladığı iptal kararlarını uygulamamak, bekletmek, üzerinden uzun zaman geçmesini sağlamak, sonra uygulanmalarının artık imkansız olduğuna karar vererek, Bakanlar Kurulu kararıyla bunları fiilen iptal etmek, demokratik devletlerde pek görülmüş bir şey değil. Ama Türkiye ‘de bu da oldu.
Mayıs ayında yeni torba yasaya kısa bir madde sokuldu. Danıştay’ın özelleştirme işlemlerini iptal eden kesinleşmiş kararlarının geriye dönük uygulanmasının mümkün olmadığı durumlarda, bu işlemlerle ilgili geriye ve ileriye yönelik herhangi bir işlem yapılmaması kararı alma yetkisi, hükümete verildi. Yasanın yürürlüğe girmesinin üzerinden bir ay geçmeden Bakanlar Kurulu beş özelleştirme için yargının iptal kararının “yok hükmünde” olduğunu ilan etti. Tüpraş’ın yüzde 14 hissesinin, Balıkesir SEKA’nın, Seydişehir Alüminyum’un, Çeşme ve Kuşadası limanlarının özelleştirmelerinde geri adım atılmayacağı gibi, yargının verdiği iptal kararlarını uygulamayan sorumlular hakkında da işlem yapılamayacak. Kimseden hesap sorulamayacak. Bazılarının üzerinden beş yıldan fazla zaman geçmiş olan iptal işlemlerinin uygulanmasının neden geciktirildiği, bu konuda olası kasıtlar, belki menfaat ilişkileri sorgulanmayacak. Böyle bir yetki, kamu mülkü üzerinde yürütmenin kendi kafasına göre tasarrufta bulunma yetkisinin tescil edilmesi demektir. Şimdilik yargı kararını “yok hükmünde” sayma yetkisi, hükümete özelleştirme kararlarıyla ilgili olarak verildi. Eğer Anayasa Mahkemesi yasayı iptal etmezse, bunun bütün idari yargı kararlarını kapsayacak şekilde yaygınlaşmaması için bir neden kalır mı?
Kentsel dönüşüm
İdare hukukunda, alınan kararların “üzerinden zaman geçti, artık yapacak bir şey yok” denmemesi için, ortaya kamu yararına aykırı telafisi mümkün olmayan bir zarar çıkmaması için yargıya yürütmeyi durdurma yetkisi verilir. Bugün hükümetin kentsel dönüşüm projelerine karşı açılacak davalarda idari mahkemelerinin yürütmeyi durdurma yetkisini kaldırmak ya da büyük ölçüde kısıtlamak istemesinin hikmeti, ileri bir tarihte verilecek iptal kararlarının tümünün “fiilen imkansızlık” nedeniyle yok hükmünde kalmasını sağlamaktır. Bunun somut örneği Sulukule kentsel dönüşüm operasyonunda yaşanacak. Yargının verdiği iptal kararı “artık çok geç” denerek, uygulanmayacak. Yapanın yanında yapılan kâr kalacak. Üstelik az bir kâr da kalmayacak. Ayrıca böyle bir sonradan “yok hükmünde sayma” uygulamasının ardından yargı kararının herhangi bir caydırıcılığı kalmayacağı için özelleştirmelerde, kentsel dönüşüm projelerinde, HES inşaatlarında, kamulaştırmalarda idare ile el ele vermiş kâr hırsını frenleyecek bir yasal güç kalmayacak.
Hükümet sözcüleri, bunun istisnai bir iptal etme yetkisi olduğunu iddia edecektir. Sorun tam da burada yatıyor. İktidarın istisnayı belirleme hakkını kendine tanıması, otoriter rejimlere özgü bir hukuk anlayışıdır. Keyfiliğin yasallık kılıfı altında hakim olmasını sağlar. Kuvvetler ayrılığı ilkesi, tam bu noktada, demokrasi açısından can alıcı bir öneme sahiptir. Hükümetin meclisteki çoğunluğuna dayanarak, tereyağından kıl çeker gibi çıkarttığı bu yetki yasası, kuvvetler ayrılığı ilkesini bariz biçimde çiğneyerek, yürütmeye yetki gaspı imkanı sağlıyor. Aynı zamanda iktidarın keyfi karar almasının olağanlaşmasının da yolunu hazırlıyor. Bu ise özgürlükler rejimine ve demokrasiye karşı en sinsi tehditlerden biridir.
Demokrasi bir bütündür
Bir toplumun her meselesinden bir kişi sorumlu ise, demokrasi açısından asıl büyük mesele tam da bu olur. Eğer idari yargı bu “her şeyden sorumlu” kişinin aldığı, aldırdığı idari kararların hukuka uygunluğunu denetleme yetkisine sahip değilse ya da bu denetimin fiilen hiçbir yaptırımı yoksa ortada son derece ciddi bir tehlike var demektir. Bu tehlikenin adı yönetimin keyfileşmesidir. Bu keyfileşme “ülke çıkarı” adına ve samimiyetle buna inanarak yapılıyor olabilir. İktidarı destekleyen çevrelere iş fırsatı yaratmak için de olabilir. Ya da uluslararası yatırımcıların kara listeye aldığı bu konudaki kötü şöhretli devletlerde olduğu gibi yönetici kliğinin ve yakınlarının zenginleşmesine yarayabilir. Bu üç durumun hepsi ceza hukuku açısından suç değildir ama üçü de demokrasi açısından kabul edilemez, demokrasi ilkelerine aykırı uygulamalardır. Yolsuzluk ve adam kayırma konularını bir kenara bırakalım. Memleket, toplum, ulus, vs. menfaati için “en halis, en hasbi niyetlerle” yapılıyor olsalar da, kamu yönetiminde keyfilik demokrasiyi hızla felç eder. Yargı denetimi, yasama denetimi, sivil toplumun denetimi, demokraside sadece bir şekil şartı değil, alınan kararların ortak fayda açısından denetlenmesi ve ileride telafisi mümkün olmayan yanlış adımların atılmasının engellenmesi için bir gerekliliktir. Bu denetim aşamalarının işleri yavaşlatıyor olması, bu gerekliliği ortadan kaldırmaz. Bu ise idare mahkemelerini mostralık, Danıştay’ı hınk deyici haline dönüştürmemeyi, meclisten sille tokat yasa çıkartmamayı, hükümeti ve yöneticileri protesto eylemlerini terör örgütü eylemi olarak damgalayıp polis ve yargının orantısız şiddetini üzerlerine boşaltmalarını teşvik etmemeyi veya göz yummamayı gerektirir.
Diyeceksiniz ki, bu geçmiş özelleştirmelerle ilgili sınırlı bir karar. Bu kadar büyütmeye ne gerek var. Çok daha ağır hak ihlalleri, demokrasi ihlalleri kitlesel tutuklamalarla sürdürülüyor. Demokrasi bir bütündür. Yönetimde keyfilik hüküm sürmeye başlayınca, bu sadece bir alanda, bir konuyla sınırlı kalmaz. Tam da bu nedenle başımızı sadece bir yöne değil, bütün yönlere çevirmemiz gerekiyor.