Koruma insanla başlar

Diyarbakır Cumhuriyet tarihi ile birlikte zengin kültürel kimliğinin korunması yerine, kendisi ile bağdaşık olmayan şiddet dili ile gündemde yer edindi.

Neyi korumak isteriz? diye başlıyor sayın Cengiz Bektaş. 1992 yılında yayımlanan Koruma ve Onarım kitabında. Evet neyi korumak isteriz? Bizim için değerli olan her şeyi… Canımızı, malımızı, çocuğumuzu, kardeşimizi, evimizi, kültürümüzü, kimliğimizi, dilimizi, anılarımızın içinden geçtiği mahallemizi, sokağımızı ve böyle sıralanır, gider korumak istediklerimiz.

Bulunduğum kent, Diyarbakır, bu topraklarda bir insanlık tarihini barındırır. Üzerinde yer aldığı somut ve soyut ürünlerle geçmişin geleceğe aktarılmasına katkı sunar. Diyarbakır dar ve uzun sokakları, dışa kapalı bazalt taşını yumuşatan beyaz süslemeli, avlulu, eyvanlı, havuzlu evleri, hemen her sokak köşesindeki çeşmeleri, camileri, kiliseleri, medreseleri, hanları, hamamları ve surları ile oluşan dokusuyla günümüze ulaşan ender tarihi kentlerden biridir. Topoğrafyaya uygun gelişen kent, İç ve Dış kaleden meydana gelmektedir. Dış Kale sur duvarı üzerinde bulunan dört kapıyı birbirine bağlayan kuzey-güney ve doğu-batı yönlerinde iki ana yol şehri dört ana parçaya böler. İç Kale idari ve yönetim merkezi iken, Dış Kale sosyal ve kültürel bir yerleşim yeridir.

Bu kent Cumhuriyet tarihi ile birlikte zengin kültürel kimliğinin korunması yerine, kendisi ile bağdaşık olmayan şiddet dili ile gündemde yer edindi. Benim gibi bu kente sevdalı insanların bildiği gibi bu kent herkesin kendini bulabildiği bir atmosfere sahiptir. Diyarbakır yaşadığım kent. Doğduğum, çocukluğum, okul hayatımın, gençliğimin geçtiği ve yaşamımın hâlâ sürdürdüğü kentim. Bugün sıkça gündeme gelen saray kapı civarında geçen çocukluğum, yaşamımı da şekillendiren bir yer. Diyarbakır’ın bana göre en güzel bölgesi. Çok renkli ve kozmopolit bir alanı.

Sur içinden Saray kapıdan girilen İç Kale benim için hayatımın her döneminde çok önemli bir yer edinmiştir. Çocukluğumda annem tek yaşam gayesi olan ailesini korumaya yardımcı olmalarının temeni etmek için Saraykapı da bulunan evimize 200-250 m ötedeki Hz. Süleyman Cami’nin yolunu tutardı. Annem her duasını onun adını anarak açardı. Annemin manevi düşünceleri ile düştüğü yol bizim için mahalleden çıkıp sosyal bir alana geçmekti.

İç Kale’ye girişi sağlayan Saray Kapı’dan geçtikten sonra yol ikiye ayrılırdı. Birinci yol asfaltı ve temizdi. Aslanlı kapıya ve devamındaki kentin idari ve askeri yapılarına buradan ulaşılırdı. Biz bu yolu kesinlikle kullanamazdık. Sadece işi olanlar büyük bir çekince ile bu yoldan yürürdü ve Saray Kapı’dan çok büyük olan iki tarafında askerlerin durduğu bu kapıdan geçerdi. Biz önde anneler arkada, topoğrafyaya göre şekillenen ve gittikçe aşağı doğru meyil veren yoldan ilerler Hz. Süleyman Cami’ye ulaşırdık. Üst kotta kalan yolun sağında tel örgüler bize oranın yasaklı bölge olduğunu gösterirdi. Saraykapı’dan geçince her defasında anneme “saray nerede” derdim, oda hep aynı şekilde yıkılmış diye cevaplardı. Yıllar sonra sarayın aslında her zaman önünden geçtiğimiz yüksek tepenin üzerinde olduğu ve toprakla kapatıldığını öğrenince irkilmiştim. Koskoca saray nasıl toprak altında diye gözümün önünde canlandırıp durdum. Dedim ya İç Kale hayatımın her döneminde yaşamımın bir parçası oldu. Saraykapıdan Hz. Süleyman Camisi’ne ulaşıncaya kadar büyüklerin telkinleri ile başımız önümüzde ama gözlerimiz genellikle o alana kaymış biraz korku biraz merakla ilerlerdik. Farklı bir şeyler vardı bu alanda o zamanlar çözemediğim. Bu askerlerin ve tel örgülerin arkasında adliye binası, cezaevi ve askerî binaların olduğu, alana bakmadan yürümemiz gerektiği söylenirdi. Hz. Süleyman Cami’ye ulaşınca o merak yerine keyfe bırakırdı. Caminin benim için çok eğlenceli ve keyif veren avlusunda şırıl şırıl hiç durmadan akan suyu, cami duvarındaki delikli bazalt taşlarına dileklerimiz gerçekleşsin yerleştirmeye çalıştığımız taşlar oldukça efsunlu gelirdi.

1993 – 95’li yıllar biz Diyarbakırlılar için kâbustu. Bu kâbusun çığlıkları Suriçi’nden İç Kale’ye, İç Kale’den Dicle’ye yansıyordu. Hergün gelen kayıp ve ölüm haberleri bu kâbusun uzun süreli olmasına neden oluyordu.

Meslek hayatıma atıldıktan sonra İç Kale benim için çocukluğumdaki gizemli dünyasına ek olarak tarihi binaları, çevresini saran surlar, Artuklu sarayı ile daha farklı anlamlarıda eklemişti. Adliye binası ve askerî binaların bir kısmı taşınmıştı ama jandarma hâlâ oradaydı ve onlar hâlâ özgürlüğü kısıtlıyordu. 1999 yılında Aslanlı Kapı’nın önünde hâlâ bekleyen ama çok fazla varlık göstermeyen askerlerin arasından geçerek İç Kale’nin en güney ucuna doğru yürüdüm. İlk defa ayak bastığım bu yerden Diyarbakır’ı, Dicle’yi seyrettim yapıları yakından gördüm.

İç Kale kentin ilk kurulduğu dönemden itibaren kentin idari binalarının bulunduğu adeta kentin kalbinin attığı yerdir. Kentin en eski tarihi buradadır. Milattan önceye ait kalıntılar üstünde bulunan en eski yapısı Sen Corc Kilisesi’nden, 19. yy başında yapılan son Osmanlı dönemi yapıları ve yüzyıllık ağaçları ile tarihin somut belgelerini günümüze taşır. Bu somut mimari ürünler benim için her zaman heyacan uyandırmıştır. Bunların korunması ve geleceğe aktarılması için alan içinde özellikle 2005 yılından itibaren yapılan restorasyon sürecini sık sık takip ederek katkı sunmaya çalıştım. İnsan eliyle yapılan ve binlerce olaya tanıklık eden bu yapıların korunması kentimin tarihine karşı bir sorumluluktu. Ancak bu korunmaya değer alan ve yapıları büyük bir keyifle incelememe rağmen, bu alana her girişimde çocukluğumda hissetiğim o gizemli puslu ruh halim benden ayrılmıyordu. Saraykapı’dan girdikten sonra kalp atışlarım her defasında hızlanır, çocukluktaki korku ve çekinceli ruh halim ile bir girdabın içinde kendimi bulurdum. Bugün çıkan cesetler aslında benim ruh halimi açıkladı. Çünkü ben her o alana girdiğimde bastığım cesetler sesiz çığlıkları ile etrafımda dönüp durdular. Bizi de görün, bizi de koruyun der gibi.

Bizim kentimizde asker, polis, jandarma hep ürkeklik yaratır. Bu ürkeklik ruhumuzu esir alır, onlar her ne kadar güvenlik sağlayıcılar olsa da bizde hep güvensizlik ortamını hatırlatan meslek grubu elemanı olmuştur. Çocukluğumda gördüğüm tel örgüler, askerler bu muhteşem alana duyduğum hayranlığa gölge düşürmüştü. Cesetler ve sevdiğim tarih karşılıklı bana bakıyorlar. Kalbim sıkışıyor. Sonsuzluğa düşmek istiyorum. İnanıyorum ki bu kentin pek çok bireyi aynı durumda. Bu ülkenin aidiyetliğini hissetmem için, insan ürünlerine koruma duyarlılığımı kaybetmemek, bu alanda çocuklarımla keyifle dolaşmak için lütfen bu cesetleri sevdiklerine ulaştırın. Onların yanında onların duaları ile korunsunlar.

Bu cesetler çıktıktan sonra alana ilk geldiğimde bir insan için tarihin yok olması tarihin korunması korunamayan bu kayıpların yanında ne kadar anlamsız kaldığını düşündüm. Biz neyi korumak istiyoruz. İnsanı mı? İnsanın yarattığı ürünü mü? İnsanın korunmadığı yerde korumadan söz edilir mi?

Etiketler

Bir yanıt yazın